24 Kasım 2013 Pazar

FELSEFE DEDİĞİMİZ ŞEY



Sayın Örsan Kunter Öymen’in*  CNN’de, “Aykırı Sorular” programında  Sayın Enver Aysever** ile yaptığı söyleşiden bazı bölümleri özetleyerek arkadaşlarla paylaşma gereği duydum. Kendilerine buradan felsefe gibi özellikle öğrenciler arasında hiç sevilmeyen bir konuyu gündeme getirip çok anlaşılır bir dille açıkladıkları için teşekkür ediyorum. Bu metinde Sayın Öymen ve Sayın Aysever'in görüşlerine aykırı görmediğim, ancak  konunun bütünlüğünü koruması açısından gerekli gördüğüm bazı kısaltmalar, ilaveler tarafımdan yapılmıştır. Yanlış anlaşılabilecek bir  durum oluşmuşsa, başta bu metnin süjelerinin uyarılarıyla, uyarılar doğrultusunda gereken yapılacaktır. 
ENVER AYSEVER     : Sayın Öymen, Nedir bu felsefe dedikleri Allah aşkına? Bizim niçin felsefeye ihtiyacımız var.
ÖRSAN K. ÖYMEN   : Felsefe, çok önemli bir alan olmasına rağmen maalesef Türkiye’de çok fazla önem verilen bir alan değil. Felsefe, yaklaşık 2600 yıl önce Anadolu’da yaşamış olan ünlü düşünür Thales’le başlayan ve günümüze kadar gelen düşünsel bir süreçtir. Bir başka anlatımla felsefe dediğimiz zaman “sorgulayıcı” düşünceyi anlamalıyız. Yunanca “bilgelik sevgisi” anlamına gelmektedir. Her düşünsel faaliyet felsefe anlamında değerlendirilemez. Ayrıca ben “bilgeyim” demekle de “bilge” olunmuyor. Felsefe, akıl yürütmeye dayanan, rasyonel (ölçülebilir)  bir yönü olan, sorgulayıcı, bilgi üzerine, siyaset üzerine, ahlak üzerine, din üzerine, sanat üzerine düşünce içeren sorgulayıcı bir zihin etkinliğidir.
ENVER AYSEVER·   : Her gün köşe yazısı yazan bir kişinin felsefeci olma ihtimali var mıdır?
ÖRSAN K. ÖYMEN   : Olanaksız değil. Ama felsefe kısaltılabilecek, özetlenebilecek bir şey değil. Çok kolay değil.
ENVER AYSEVER     : 140 karakterle, yani Tweeter ile felsefe yapılabilir mi?
ÖRSAN K. ÖYMEN   : Belki çok az ve öz düşünceler ifade edilebilir. Ama felsefe yapmak için “argüman” (bir olayla ilişkili iddia, tez) gerekiyor. Büyük söz etmek, ya da ortaya bir atasözü atmak gibi bir şey değil felsefe. Fiozoflara baktığımız zaman bunlar yüzlerce sayfa argüman geliştiriyorlar. Bir başka anlatımla bunlar bir iddia-tez ileri sürüyorlar ve sonra onun gerekçelerini ortaya koyuyorlar. Ortaya atılan tez konusunda başka başka düşünürler gerekçelerini açıklayarak farklı sonuçlara varabilirler. Atılan bir tez bu açıklanan gerekçeler doğrultusunda bugün kabul görüyor olabilir. Ancak bir süre sonra bu düşünsel eylemin vardığı sonuç, bir başka düşünsel eylemle ortadan kaldırılabilir. Felsefe diyalektik yani zaman içinde değişime açık bir akıl yürütme eylemidir ve bu yönüyle dinden ayrılır.
ENVER AYSEVER     :  Felsefe Türkiye’de neden bir öcü gibi görülüyor? Ya da geri kalmış?
ÖRSAN K. ÖYMEN   : Bunun tarihsel kökenlerine bakmak gerekiyor. Türkiye’nin bu konudaki geri kalmışlığı Osmanlı İmparatorluğunun geri kalmışlığı ile ilgilidir denilebilir.  Felsefe,  daha antik Yunan’da felsefe yokken, yani eski Yunan filozofları Platon (Eflatun)’dan ve Aristoteles’ten önce  Thales gibi, Anaksimenes gibi, Herakles gibi  bu toprakların insanları Anadolu’da felsefe yapıyordu. Fakat Anadolu’da Musevilik gibi Hıristiyanlık gibi tek tanrılı dinlerin hakimiyetinden sonra, örneğin Bizans İmparatorluğu döneminde felsefe arka planda kalmıştır. Bu dönemde düşünce dendiği zaman daha çok ilahiyat yani teoloji anlaşılmıştır. Nitekim bu dönemde bir Aristoteles, bir Platon çapındafilozof yetişmemiştir. Bizanstan sonra gelen dönemde, Osmanlılar,  ne Anadolu’nun bu kadim felsefe geleneğini ne de kendisinden daha önce ortaya çıkan ve din olarak benimsediği İslam dünyasında var olan felsefe geleneğini kendi içine taşıyamamıştır. İslam dünyasında o dönemde Farabi gibi, İbn-i Sina gibi, İbn-i Rüşd gibi felsefe yapan ünlü düşünce adamları yetişmiştir. Ayrıca Osmanlı İmparatorluğu, Avrupa’da Rönesans’tan sonra yaygınlaşan felsefe geleneğini de kendi içine taşıyamamıştır. Yani ne kendisinden önce İslam dünyasında var olan,  ne de kendisiyle birlikte Avrupa’da ortaya çıkan ve gelişen felsefe geleneğini kendi içine taşıyamamıştır. Bizans dönemini de katarsak biz yaklaşık 1700 yıllık felsefe kaybımızı 80-90 yıllık cumhuriyet döneminde telafi etmeye çalışıyoruz. Sanırım bu kesintinin, felsefenin Türkiye’de gelişmemesinde etkisi vardır.
ENVER AYSEVER     : Teoloji diyoruz. Teolojideki bilim anlamına gelen “loji” ekine bakarak teolojiyi bir bilim olarak düşünebilir miyiz? Teoloji diye bir bilim, bir disiplin olabilir mi?
ÖRSAN K. ÖYMEN   : Teoloji diye bir bilim, disiplin olamaz. Buna tanrı kuramı diyebiliriz. Tanrı üzerine, din üzerine oluşturulan fikirler diyebiliriz. Bu konuda yani din ve tanrı konusu üzerine fikirler oluşturulabilir. Ama biz bilim dediğimiz zaman gözlem ve deneye dayanan bir disiplini anlıyoruz. Bu anlamda din bir bilim olamaz.  Bilim, gözlem ve deneye dayanırken; din vahye, peygamber sözlerine ve mucizelere dayanır.  Teoloji derken tanrıbilimden ziyade tanrı üzerine geliştirilmiş kuramları anlıyoruz.  Bu anlamda teoloji vardır. Ve ortaçağ felsefesi teoloji ile iç içedir. Felsefe tarihine baktığımız zaman felsefe tarihinde dindar filozoflar olduğu kadar, dinsiz, ateist, agnostik (bilinemezciliği savunan) filozoflar da vardır. Dolayısıyla bu anlamda felsefenin çoğulcu bir yapısı var.
ENVER AYSEVER     : İlahiyatçı kimdir? İlahiyatçı felsefeci kategorisinde midir? Yoksa din öğretisini aktaran bir kişi midir? Eğer ilahiyatçıya filozof dersek onun sorgulayıcı olması gerekiyor. Teslimiyetçi olmaması gerekiyor. Eğer bir ilahiyatçı bir kitabı daha iyi anlatmak, aktarmak işini yapıyorsa ona filozof diyemeyiz, diye düşünüyorum. Bu konuda siz ne diyorsunuz?
ÖRSAN K. ÖYMEN   : Türkiye gerçeklerine bakacak olursak ilahiyatçı filozof değildir. İlahiyatçıları TV’lerde, tartışma platformlarında gördüğümüzde, Kur’an-ı Kerim’den ayetler okuyarak tartışma konusunu açıklamaya çalışıyorlar. Kur’an-ı Kerim’den ayetler okuyarak konuyu açıklamaya çalışmak felsefi bir etkinlik değildir. Filozof bir iddia ortaya attığında “neden” sorusu ona yöneltildiğinde Kur’an-ı Kerim’de öyle yazıyor da ondan, ya da  devlet büyükleri, annem babam öyle söyledi de ondan, ya da mahalleli arkadaşlarım böyle inanıyor da ben de ondan böyle inanıyorum, düşünüyorum demez. Filozof dediğimiz kişi  -dindar olsa da olmasa da-  ortaya attığı iddia-tez konusunda kendi temellendirmelerini, gerekçelerini, kendi akıl yürütmelerini ortaya koyan kişidir.   İslam dünyasından İbn-i Sina ile  ortaçağ Hıristiyan  Avrupasından  Thomas Aquina,  ki bunların dindar oldukları kabul edilir, ortaya attıkları tezlerini,  Kur’an ya da İncil  böyle söylüyor diye açıklamamışlar, felsefi temellerini kendi akıl yürütmeleri ile  gerekçelendirmeye çalışmışlardır. İdeal ilahiyatçı, işin felsefi temellerine de inebilen kişidir, denilebilir. Bizde böyle olmuyor. İlahiyat Fakültelerinden felesefe dersini kaldırmaya çalıştıkları da bilinen bir gerçeklik olarak önümüzde duruyor. İlahiyat fakültelerinden felsefe dersini kaldırmak, bu fakülteleri Kur’an kurslarına çevirmek gibi bir şey olur diye düşünüyorum.  YÖK’de olan biten, Gazali gibi “Tanrı kavramına ulaşmak için akıl yürütmeye ihtiyaç yoktur, “iman” tanrı kavramını benimsemek için yeterlidir.” diyen bir gelenek ile “aklı ön plana çıkarmak isteyen” gelenek arasında yaşanan bir çatışmadır, diye düşünüyorum. YÖK’de bugün yapılmak istenene önayak olanlar “Gazali” yaklaşımını benimseyen kesimlerdir. Bu benim tahminimdir. Ama bu düşünce geri tepti.
ENVER AYSEVER     : Siyasetin felsefeye ihtiyacı yok mu? Çok partili döneme geçtiğimizden bu yana siyasetin aktörleri tarafından kısır çekişmeler ve kalıplaşmış bazı ezberler üzerinden politika yapıldığı; ülkeyi ve dünyayı açıklamaktan, daha bilimsel bir bakış açısıyla ülkeyi yönetmekten uzaklaştıkları görülüyor.  Bu konuda ne diyorsunuz?
ÖRSAN K. ÖYMEN   : Platon’un güzel bir sözü vardır. “Ya filozoflar yönetici, ya da yöneticiler filozof olmalı” diye. Bu söz aslında ülkeyi yönetirken daha çok düşünmeniz, daha çok akıl yürütmemiz  gerektiğine dikkat çekmek için söylenmiştir. Ama dünyada yöneticilerin çok da felsefeyle iç içe olduğunu söylemeyiz. Ama bu ülkemizde biraz daha fazladır. Ülkemizde kendini sağcı, dindar olarak tanımlayan bazı yöneticilerimiz dini referanslarla, bir anlamda dini “fetişizm” haline getirerek ülkeyi yönetmeye çalışıyorlar. Aynı şey kendini laik, solcu, sosyalist olarak tanımlayan bazı yöneticilerimiz için de geçerli.  Bu yöneticilerimizden bazıları laikliğin ne olduğunu bilmeden, sosyalizm gibi, sosyal demokrasi gibi, kapitalizm gibi kavramları okumadan, öğrenmeden ülkeyi yönetmeye aday oluyorlar. Yani o da Kur’an’ı okumadan dindar olduğuna inanan insanlar gibi, laikliğin çıkış nedenlerini ve temel parametrelerini bilmeden, sosyalizmin temel kaynaklarını okumadan solcu veya laik olduğuna inanıyor.
ENVER AYSEVER     : Gördüğüm kadarıyla ahlak tartışması da din üzerinden yapılıyor. İnançlı insanlar “ahlaklı,” İnançsız insanlar  “ahlaksız”  gibi. Ahlak nedir. Ahlaklı olmanın ölçüsü nedir?
ÖRSAN K. ÖYMEN   : Tarihe baktığımızda ahlak, dinlerle ortaya çıkmış bir şey değildir. İnsanlık tarihi ile tek tanrılı dinlerin tarihini karşılaştırdığımızda tek tanrılı dinlerin yaklaşık 4000 yıllık bir bilinen geçmişe sahip olduğunu görüyoruz. Felsefe tarihi bunu çok açık bir şekilde ortaya koyuyor. Antik dönemde, örneğin Anadolu’da yaşamış filozoflar “ahlak” üzerine günümüze ulaşan yüzlerce sayfalık metinler yazmışlardır.  Bu filozofların hiç biri ne Musevi, ne Hıristiyan ne de Müslüman’dı. O zaman çok tanrılı dinler vardı. Bu düşünürlerin çoğu zaten bu çok tanrılı din sistemine de inanmıyorlardı. Yani “ahlak” hiçbir zaman dinin tekelinde olmadı.  Ahlakla dini ayırmak gerekir. Dindar birisi ahlaklı da olabilir, ahlaksız da. Aynı şekilde dinsiz biri de ahlaklı ya da ahlaksız olabilir.
ENVER AYSEVER     : İfade özgürlüğü meselesini konuşalım biraz da. Düşünmek, Melih Cevdet’in deyimiyle düşündüğünü söylemekle başlar. Düşünce özgürlüğünün sınırı nedir, daha doğrusu düşüncenin sınırının olması gerekir mi? Ayrıca dindarlıkla dincilik arasında ne gibi bir fark var.
ÖRSAN K. ÖYMEN   :  Sadece filozofların değil vatandaşların da mutlak anlamda ifade ve düşünce özgürlüğüne sahip olması gerekir. Hiç kimseye hakaret etmeden sövüp saymadan en uç fikirler dahi ifade edilebilmelidir. Bugün uç diye nitelendirdiğimiz bir fikir yarın geniş kesimlerce kabul görebilir. Ayrıca bir fikir ileri sürerken bunun felsefi anlamda temellerini de gerekçelendirmek önemlidir. Diğer soruya gelecek olursak, dindar olmak sorun değil. Dini, fetişizm, yani takıntı haline getirip, bilimi, sanatı, siyaseti, günlük yaşamı din ekseninde değerlendirmeye başladığımızda tehlike orda ortaya çıkıyor. Yoksa dindar olmakla ilgili bir sorun yok. Dindarlık ya da dinsizlik kişinin subjektif tercihidir.  Ama biz bunu toplumun geneline zorla empoze etmeye kalktığımızda orda dindarlıkla dincilik arasında bir ayrım yapmamız gerekiyor. Kişi ben dindarım ama, din ve devlet işlerinin, din ve eğitimin, din ve hukukun, din ve idari yapılanmanın ayrılması gerektiğini, yani laikliği savunuyorum diyebilir. Yani kişi bunları savunarak ben Allah’a, Muhammed’in peygamber olduğuna inanıyorum, Kur’an-ı Kerim’deki ahlakla ilgili birçok şeyi de savunuyorum diyebilir.
 ENVER AYSEVER    : Başbakan geçenlerde “yıllarca bize batılı yaşam tarzı, düşünce sistemi ve ideolojisi dayatıldı.  Bu yaşam tarzı bize pek uymadı, dedi. Aynı şey din açısından yapıldığında yani dini referanslar öne çıkartılarak din eksenli bir yaşam tarzının dayatılması da aynı şey değil mi?
ÖRSAN K. ÖYMEN   : İslam dini, biliyorsun geçmişte Türklerin dini değildi. Arapların dini idi. Türkler bu dini sonradan benimsedi. İslam dini ile birlikte biz Arap kültürünü de beraberinde almış olduk. Türk kültürü olmayan, yani Arap kültürüyle gelen bazı yaşam biçimlerini almak, benimsemek yanlış olmuyor da, Fransızlardan ya da İngilizlerden alınca mı yanlış oluyor. Şunu söylemek istiyorum. Nerden aldığımıza değil, buralardan neyi aldığımıza bakmak gerekiyor.  Olay şapka takmak, ya da türban takmak meselesi değildir.  Burada değerler ve kavramlar önemlidir. Burada batılılaşalım derken, aslında buna batılılaşma da dememek lazımdır. Atatürk’ün deyimiyle “çağdaş uygarlık” deyimi daha doğrudur. Nitekim Atatürk, Çin, Hindistan, Mezopotamya uygarlıklarını, antik  Mısır, Yunan ve  Roma uygarlıklarını incelemiştir. Uygarlık dediğimiz şey, bir coğrafyanın, bir kültürün tekelinde değil. Zaman içinde değişik coğrafyalarda ve kültürlerde ortaya çıkabiliyor. Uygarlık dediğimiz şeyin özünde felsefe vardır, bilim vardır, sanat vardır. Atatürk’ün yapmaya çalıştığı şey, bilim, felsefe ve sanat alanındaki eksikliklerimizi gidermektir. Yoksa onları taklit edip, onlar ne yapıyorsa onları yapalım demek değildir. Aslında Atatürkçü olduğunu söyleyenlerden bazıları Atatürkçülüğü yüzeysel bir şekilde anlıyorlar. İşte Atatürk rozeti takmak, Atatürk heykelleri yapmakla Atatürkçü olunmuyor. Atatürk ne diyor? En hakiki mürşit, yol gösterici ilimdir, fendir diyor. Eskiden bu nasıldı? Eskiden en hakiki yol gösterici tarikat lideriydi. Hoş, şimdi de bazı vatandaşlarımız için hala en hakiki yol gösterici tarikat ya da cemaat lideri olabiliyor. Yani Atatürk’ün Çağdaş uygarlık hedefiyle varmak istediği düşünsel yapı budur. Tersinden söyleyecek olursak Atatürk’ün bütün çabası bilimden ve fenden uzak tamamen cemaat liderinin anlayışına bağlı dini referansları öne çıkaran bir yapıyı ortadan kaldırmaya yönelikti.
ENVER AYSEVER     : Bilim de din gibi son zamanlarda bir fetişizm haline geldi. İnsan aklı her şeyi çözmeye yetmez. Dolayısıyla bu pozitivist anlayış, yani modernleşmeyle paralel gelişen bu süreç insanın varlığını ve sorunlarını açıklamaya yetmez. Başka bir anlatımla insanın din ve inanç gibi bilim dışında da bir alana ihtiyacı vardır.  Yani her şey bilim midir? Her şey sınanabilir mi? Her konuda deney ve gözlem yapma olanağı var mı? İnsan sadece akılla ve bilimle sınanabilir olan şeylerle yetinebilir mi?
ÖRSAN K. ÖYMEN   : Bunu bilimin kendisi cevaplıyor. Bilim hiçbir zaman mutlakçı bir şey olarak ortaya çıkmıyor ki. Bilimde yanlışlanabilirlik vardır. Başka bir anlatımla bilimin bir özelliği de yanlışlanabilir olmasıdır. Şimdi gözlem ve deneye bağlı olarak bir tez ortaya atılıyor.  Siz ortaya atılan bu bilimsel kuramı yanlışlamak istiyorsanız, yine gözlem ve deneye dayalı olarak başka bir tez, yani onun antitezini ortaya koymak durumundasınız. Sonuçta onu yanlışlarsınız, ya da onun (göreceli) doğruluğunu teyit etmek zorunda kalırsınız. Bilim tarihine baktığımız zaman ortaya atılan tezler, kuramlar devamlı gelişme içerisindedir. Bir kuram ortaya atıldığında, o, başka bir kuramla çürütülünceye kadar (göreceli) doğru kabul edilir. Bu sefer çürütülen her kuramın yerine yeni bir kuram ortaya çıkmış olur ve bu sefer onun üzerinde çalışılmaya başlanır. Dinde böyle bir şey mümkün değil ki. Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için bir örnek vermek istiyorum. Şimdi Cuma namazında hocanın vaazda söylediklerine karşın, birisi çıkıp da  “hoca sen bunları nerden biliyorsun, dayanakların nedir, bu konunun epistomolojik gerekçelerini bana anlatır mısın, bunun bilimsel bir temeli var mı, yok mu, hangi gözlem ve deneye dayanarak bunu söylüyorsun dediğinde komik bir şey olur. İnsanlar camilere ve diğer ibadet yerlerine bunları sorgulamak için gitmiyorlar. Sadece dini ibadetlerini yerine getirmek için gidiyorlar. Aynı şekilde bilimsel bir sempozyumda birisi çıkıp da siz böyle söylüyorsunuz ama,  İncil’de, ya da Kur’an-ı Kerim’de böyle söylenmiyor derse o da eşdeğer ölçüde komik olur. Bir başka örnek, bizim TV’lerde zaman zaman evrim tartışmaları olur. Bir tarafta ilahiyatçılar, karşılarında bilim adamları, tartışırlar. Bir taraf fosillerden, deney ve gözlemden bahsederken, diğer taraf ayetlere dayanarak konuyu açıklamaya çalışıyor. Ben din olmasın demiyorum. Din elbette olacak. İnsanın ihtiyacı varsa, dine inanmak onu daha mutlu kılıyorsa, dine inanacak tabiî ki. Sonuç olarak dinle bilimi, dinle felsefeyi karıştırmamak gerekiyor.
ENVER AYSEVER     : Sosyal bilimlerin “bilim” olma şansı var mı? Tarihin felsefe içinde yeri nedir.
ÖRSAN K. ÖYMEN   : Sosyal bilimcilerin işi, doğa bilimcilere göre daha zor.  Sosyal bilimler, doğa bilimlerine göre daha yeni yeni gelişiyor. Doğa bilimleri ise çok eski. Örneğin Mezopotamya’da astronomi vardı. Birinci zorluk bu bilimlerin yeni olmasından kaynaklanıyor. İkincisi ise doğa bilimlerinin araştırma nesnesi adı üstünde “doğa”. İnsan zihni, kendi dışında örneğin, yıldızlarda, denizlerde, gökyüzünde olan bitenleri anlamaya çalışıyor.  Oysa sosyal bilimlerde araştırma nesnesi ile araştırmacı aynı. İnsan, insan davranışlarını ya da toplumun davranışlarını öğrenmeye, açıklamaya çalışıyor. Dolayısıyla burada böyle bir zorluk var.  İnsan devamlı bir oluşum gelişim içindedir. Toplum da öyledir. Statik bir varlık değildir. Bir başka anlatımla insan şudur, ya da toplum budur, neden sonuç ilişkisi çerçevesinde bu güne kadar böyleydi. Bundan sonra da şöyle bir gelişim süreci izleyecek, ya da şu olacak diye kesin önermelerde bulunamıyoruz. Tarihin ise işi daha da zordur. Tarihin mutlaka belgeye dayanması gerekiyor. Bazı tarihçiler neye inanmak istiyorsa onu tez haline getirmeye çalışıyor. Böyle bir tarih anlayışı olmaz. Ben yorum kısmının tarihin içinde olmaması gerektiğini düşünenlerdenim. Bazısı ise aksini düşünüyor. İçinde sosyoloji olmalı, yorum olmalı diyor. Bana göre tarihin olgusal yönü ağır basmalı ve belgeye dayanmalıdır.  Felsefe anlamında tarih bir bilim olamaz.
* ÖRSAN KUNTER ÖYMEN:
·           1965 doğumlu. 1987 yılında Orta Doğu Teknik Üniversitesi Felsefe Bölümü’nden mezun olmuş, 1990 yılında New York Üniversitesi Felsefe Bölümü’nden Yüksek Lisans, 1999 yılında yine Orta Doğu Teknik Üniversitesi Felsefe Bölümü’nden Doktora derecesini almıştır.
·           Hem felsefe alanında hem de sosyal ve siyasal olaylar hakkında birçok makalesi ve kitabı bulunmaktadır. 1990-2000 yılları arasında iç politika ve dış politika alanlarında gazetecilik yapmış, 2003-2008 yılları arasında üç dönem CHP Parti Meclisi Üyesi olarak görev almıştır.
·           2000 yılından beri üniversitede Öğretim Üyesi ve 2006 yılından beri kurucusu olduğu Felsefe Sanat Bilim Derneği’nde Yönetim Kurulu Başkanı olarak görev yapmaktadır.
·       Cumhuriyet Halk Partisi ve Trabzonspor Kulübü üyesidir. İngilizce ve Almanca bilmektedir.

**ENVER AYSEVER:
 · Türk tiyatrocu, televizyon program yapımcısı, sosyolog, politikacı ve 
   Yunus Nadi Roman Ödülü sahibi yazar.
·  Doğum        : 1972, İstanbul
·  Ödüller        : Yunus Nadi Roman Ödülü


21 Şubat 2013 Perşembe

MUHALEFET OLMANIN ZORLUKLARI

İKTİDAR UYGULAMALARINA KARŞI
SİYASİ MUHALEFET 
(Yöntemleri,  zorlukları ve ana muhalefet partisine
bazı öneriler)

Bazı toplantılarda iktidarın yaptığı faydalı ve güzel bir icraat hakkında konuşulurken, “yapılan işin faydalı ve yerinde bir iş olduğu” söylendiğinde; bu söylemin, bazı kişiler tarafından “iktidar ağzı ile konuşmak”, “ iktidarın yalakalığına soyunmak” şeklinde  değerlendirildiğine çoğumuz şahit olmuşuzdur. Hatta benim gibi bazıları da şahsen bu suçlamalarla karşı karşıya kalmıştır.
Bu yazının amacı da bu eleştiriler haklı mıdır, ne derecede haklıdır. Yoksa haksız mıdır. Ya da  böyle icraatlara ve eleştirilere nasıl yaklaşılmalı, nasıl bir değerlendirme  yapılmalıdır.
Yazı bu konuda  düşündüklerimi arkadaşlarımla paylaşmak amacıyla kaleme alınmıştır.
Bilhassa Face ve Twitter gibi sosyal paylaşım sitelerinde sanal ortamda insanlar birbirlerini yüz yüze görmediklerinden freni boşalmış bir kamyon gibi  acımasız eleştilerde bulunmakta hatta küfürleşmeye kadar tartışmayı sürdürebilmektedirler.
Her şeyden önce fikir düzeyinde iki kelime etmeden işi küfretmekle ve kaba kuvvetle halledeciğini sananlara rahmetli Mumcu’nun çok önemsediğim bir lafını tekrar etmekle yetineceğim.
“Bilgi sahibi olunmadan fikir sahibi olunmaz”
Ayrıca bu yazı, “kişisel maddi çıkarları için” taraf tutanlara değil, tamamen fikir düzeyinde bir “ideolojiye” sahip olanlar için yazılmıştır. 
Tartışmalarda bazen sapla samanın karıştırıldığı çokca gözlemlenmektedir. Örneğin siyasette “askeri vesayetin” kaldırılması yönünde adımlar atan iktidar partisinin bu yöndeki çabaları ile birlikte Ergenokon davasının da ardında durması çokça karıştırılmakta, iktidarın askeri vesayeti kaldırma yönünde attığı adımların  savunulması, Ergenokon davasının da savunulması şeklinde algıya yol açmaktadır. 
         Ayrıca Ergenokon davalarında görülen hukuk dışı uygulamalar ile davanın içeriğini oluşturan “darbeye teşebbüs” suçunun vahameti  karıştırılmaktadır.
          Muhalefet partilerinin zorluğu da asıl bu noktada toplanmaktadır. Yapılan faydalı ve güzel bir iş ileri sürüldüğünde “ muhalefet partisi olarak” bu icraat nasıl değerlendirilmelidir.
         Kanımca, yapılan icraat tu kaka yapıldığında muhalefet partisinin, bırakın iktidar partisine oy veren seçmenleri,  kararsız seçmenler üzerinde dahi inandırıcılığı kalmamaktadır. Bu durumda bu seçmenlerin kazanılması da zora girmektedir.
        Siyasi partilerin amacının ülkeyi yönetmek olduğu gözetildiğinde ve yönetime de seçmenin oyuyla gelindiği bilindiğine göre bir başka partiye oy vermiş seçmenin oyunu kazanabilmenin önemi açıktır. Olaya CHP açısından bakacak olursak Almanya’dan sosyal demokrat seçmen ithal edilemeyeceğine göre son genel seçimlerde alınan %26’lık oyun 30 ve üstüne çıkarılması ancak bu sayede olabilecektir. 
       Ayrıca siyasi partiler yönetime talip olurken mevcut iktidarın kötü yaptıklarını eleştirmek, yapmadıklarını yapmak, eksik yaptıklarını tamamlamak, iyi yaptıklarının daha iyisini yapmak iddiası ile yola çıkarlar. Ya da hedef seçmen kitlesine yönelik nasıl bir politik tercihte bulunacağını deklare ederler. Seçmenden bu  vaatler ile oy isterler. Bir başka anlatımla hizmet çıtasını daha yüksek bir yere taşırlar.
            Bir muhalefet partisinin özelikle CHP’nin bir başka zorluğu da şurdadır.
Her iktidarda  otoriterleşme eğilimleri bulunur. Eleştirilmek, denetlenmek istenmez. Bu iktidarın doğasında vardır. Yargıyı ayak bağı, muhalafeti ise yapılan işlere takoz olmakla suçlar.
Bu anlamda mevcut iktidar partisinin de özgürlüklerin sınırlandırılmasına yönelik çok ciddi  çabalarının olduğu gözlemlenmektedir. 12 Eylül 2010 tarihinde yapılan referandum ile özellikle HSYK’nun, Anayasa Mahkemesi’nin ve daha sonra Yargıtay ve Danıştay’ın üye yapısına yönelik değişiklikler bu çabaların sonuçlarıdır. Bu değişikliklerden önce yargının bağımsız olmadığı yönünde genel bir kanı varken, bu değişiklerden sonra bu kanı daha da artmıştır. Artık yargının kısmen de olsa bağımsızlığından söz etmek olası değildir.
Bu tespite iktidar yanlısı olmayan tüm Anayasa hukukçusu bilim adamlarının katıldığı söylenebilir.
Özetle iktidarın  yargısal denetimini yapacak özellikle yüksek mahkemeler siyasallaştırılmış, iktidarın etkisine açık hale getirilmiştir.
Hal böyle iken TBMM çatısı altında oluşturulan uzlaşma komisyonunda sürdürülen anayasa çalışmalarında Türkiye, AKP’nin “başkanlık” sistemi önerisi ile karşı karşıya gelmiştir. Başkanlık sisteminin güçler arasındaki denge ve denetim mekanizmalarının kurulmadan hayata geçirilecek olması halinde Ortadoğu ya da Güney Amerika’daki devletlerde uygulanan “otoriter” başkanlık sistemlerinin bir benzerinin ortaya çıkacağını kestirmek güç olmasa gerektir.
Dolayısıyla kim olursa olsun, denetim ve dengelere dayanmayan bir başkanlık sisteminde başkan seçilen kişinin “dikatatör” olması kaçınılmazdır.
Dikatatörlüğün ise özgürlüklerin sonu demek olduğunu söylemeye gerek olmadığı kanısındayım.
AKP’nin yukarıda tanımlanan tarzda bir yönetim oluşturma yönünde hızla yol aldığı da bilinen bir gerçektir.
Şimdi asıl sorun burdadır. İktidar partisi, özgürlüklerin kısıtlanacağı bir yönetim modeline doğru hızla yol alırken bunu bazı alanlarda özgürlükleri genişleterek  yapmaktadır.
Bunu biraz açmak gerekirse, örneğin başörtüsü temelde kılık kıyafet özgürlüğü çerçevesinde değerlendirilmektedir. AKP, kadınlara bu özgürlüğün yolunu açmış, CHP Genel Başkanı da sorunu özgürlük sorunu olarak görmüş ve bu sorunun çözümüne yapıcı bir katkı koymuştur. Bu sayede AKP başını örtmek/örttürmek isteyen seçmen nezdinde tam bir destek sağlamıştır.
Aynı şekilde kürt vatandaşların insan hakları temelinde talep ettikleri bazı hakların verilmesi yönündeki AKP’nin güttüğü politikayı özgürlükler içinde değerlendirmek gerekir.
Yine askeri vesayetin bitirilmesi için AKP’nin çabaları ve aldığı yol bilinmektedir.
Bu durumda, AKP’nin geçmişte yargının yapılanması hakkındaki anayasa değişikleri ve şimdi yapmayı düşündüğü başkanlık sistemi ile  amaçladığı otoriter sistem özlemleri dikkate alındığında, yukarıda kısmen de olsa attığı özgürlük adımları görmezden mi gelinecektir.
CHP’nin zorluğu işte tam bu noktadaki derin çelişkide yatmaktadır. Bir tarafta iktidar tarafından özgürlük yolunda atılmaya çalışılan adımlar;  diğer taraftan anayasa değişikliği ile getirilmek istenen başkanlık sisteminin  otoriter bir yapı oluşturacak olmasının derin endişesi.
Buradan şu sonuç çıkmaktadır. Türkiye demokratik yöntemler kullanılarak hak ve özgürlüklerin gittikçe sınırlandırılacağı otoriter bir siyasi yapının kurulması gibi bir durumla karşı karşıyadır.
Buna nasıl karşı konulacaktır. Bir görüşe göre AKP’nin yaptığı olumlu işler görmezden gelinmeli, hatta tu kaka yapılmalıdır. Böylece seçmen AKP’ye oy vermekten vazgeçer ve daha özgürlükçü, daha demokratik bir sistem öneren partileri iktidara getirir. Böylece otoriterleşme önlenebilinir.
Benim de katıldığım diğer bir görüşe göre sapla saman karıştırılmamalıdır. Seçmen aptal değildir. Ama seçmen çok teknik  konularda getirilen refarandum oylamalarında bilgi eksikliği nedeniyle yoğun bir propagandanın etkisi altında yanlış tercihlerde bulunabilmektedir. Bu da çok doğaldır. Seçmenden bu konuda bir uzman gibi davranması beklenemez. Seçmen daha çok günlük işler ile  ilgili olan ve somut olarak gördüğü şeyler hakkında değerlendirme yapmaktadır.  Bu anlamda seçmen, iktidarın “ortada olan işlerini” “iyi” ya da “kötü” olarak değerlendirmektedir. Yapılan “iyi”  bir işin  görmezden gelinmesi ya da kötülenmesi, seçmenin gözünde onu görünür olmaktan çıkarmamakta ya da kötü yapmamaktadır. Bir başka anlatımla bir şey beyazsa; ona siyah demek, onu siyah yapmamaktadır. 
Bana göre bu noktada yapılan olumlu şeyler görülmeli ve “iyi” olarak değerlendirilmelidir. Seçmenin değerlendirmesi ile ters düşülmemelidir. Ancak daha iyisinin yapılacağı ve bunun mümkün olduğu anlatılmalıdır. Daha iyisinin nasıl yapılacağı da somut olarak ortaya konulmalıdır. Yani iyi pilav pişirilip halkın önüne konmalıdır. Çıta daima yükseklere taşınmalı ve buna talip olunmalıdır.
Siyasi partiler arasındaki mücadele de hem temel hak ve özgürlüklerin genişletilmesinde hem de halkın refah düzeyinin artırılmasında olduğu gibi her alanda daha iyiyi yapma mücadelesi olarak görülmelidir. Seçmene her zaman “biz daha iyisini yaparız” mesajı verilmelidir. Ancak bu lafta kalmamalı; hem söylem, hem de eylem bazında seçmene güven verilmelidir.
Öte yandan günümüzün en önemli tartışma konusu olan başkanlık sistemi hakkında ise; AKP’nin getirmek istediği  başkanlık sisteminin ne olduğu, Amerika Birleşik Devletlerinde bu sistemin hangi denge ve denetim mekanizmaları üzerinden işlediği, başkanlık sisteminin uygulandığı Latin Amerika ve ortadoğu ilkelerinde ise niye işlemediği ve niye diktatörlüklere dönüştüğü açıkça “halkın anlayabileceği bir dille” anlatılmalıdır.
Bazı vatandaşlarımız  her zaman koydu mu otutturacak, masaya vurdu mu ses getirecek başbakan  özleminde olmuşlardır. Bu seçmenler, başkanlık sisteminde de başkanın masaya yumruğunu vurması halinde tüm meselelerin halledileceğini düşünmektedirler.
Bunlara bu işlerin masaya yumruk vurmakla halledilemeyeceği uygun bir dille anlatılmalıdır. Uygun dil çok önemlidir. Başkanlık sistemi, yargı bağımsızlığı, güçler ayrılığı gibi çok teknik hukuki kurumlar hakkında çoğu kişinin bilgisinin olmaması gayet normaldir. Vatandaş teknik hukuki bilgiden anlamaz. Ona anlayacağı dille anlatmak gerekir.
Örneğin devletin uyguladığı bir haksızlık karşısında gidebileceği, sığınabileceği tek makamın yargı olduğu, onun anlayabileceği bir dille ifade edilmelidir.
Yoksa otoriter bir sistemde eskilerin deyimiyle “ananı belleyen kadı, kime şikayet edeceksin” durumuna düşeceği,  üstüne basa basa  anlatılmalıdır.
Reklam firmaları bir ürünü tanıtırken, ürünün özelliklerinden hangisinin öne çıkarılacağı konusundaki sorunu, ürünün hitap edeceği kesime göre çözümlerler.
Ülke yönetimine talip olan bir siyasi partinin hedef kitlesi tüm vatandaşlardır. Bu ülkede etnik olarak yoğun bir Kürt nüfus vardır. Ayrıca yoğun bir sünni  nüfusun yanında  azımsanmayacak miktarda alevi  vatandaş kitlesi de mevcuttur.
Bu grupların ayrı ayrı dini, kültürel ve demokratik taleplerinin olması gayet normaldir. “Cumhurbaşkanı bile oluyorlar”, “doğuya yapılan yatırımın onda biri bile batıya yapılmıyor”, “doğudaki sorunların benzerleri batıda da var”, “İbadet yeri camidir, cemevi kültürel bir mekandır”, “Alevilik Ali’yi sevenler demektir, bu anlamda ben de aleviyim” gibi söylemlerle bu taleplerin görülmemesi, karşılanmaması kanımca sorunların büyüyerek bu günlere taşınmasının en büyük nedenlerinden biridir.
Bir siyasi parti, eğer Türkiye’nin partisi olması iddiasında ise ulusal sınırlar içinde dini, mezhebi, ırkı ne olursa olsun bir arada yaşamaya mecbur olduğumuz vatandaşların bu tür taleplerine çözüm üretmek zorundadır.
Bu anlamda vatandaşların taleplerini kısmen karşılayan ve karşılama vaadinde bulunan  AKP gibi sağ partiler senelerce bu ülkede iktidar olmuşlar ve olmaya devam edeceklerdir.
CHP ise bu talepleri karşılamak yönünde ciddi politikalar  oluşturmaz, vatandaşı inandıramazsa AKP’nin otoriterleşme yönündeki adımlarının önünde durması zor görünmektedir.
CHP’nin önünde  kendisinin sağlıklı bir politika üretmesine engel olan benim tespit ettiğim dört olgu mevcuttur.
Bunlardan birincisi ve belki de en önemlisi din’dir.  CHP, bugüne kadar laiklikle din arasında sıkışıp kalmıştır. Başörtüsü meselesini de bu kapsamda değerlendirmek gerekir. CHP’nin bundan kendisini hızla sıyırması, din düşmanı gibi yaygın bir  algıyı hızla yok etmesi gerekmektedir.
İkincisi, CHP’nin askeri vesayet karşısındaki tutumudur.
Üçüncüsü, Kürt sorunu hakkındaki politikasının açık, seçik orta yere konamamasıdır.
Dördüncüsü de  gerek Atatürk zamanında, gerekse İsmet İnönü zamanında yapılan otoriter uygulamalardır. Bir başka anlatımla CHP’nin tarihi ile ilgili bir özeleştiriyi yapamamasıdır. Yapılan uygulamaların tarihsel konjöktür içinde değerlendirilmesi gerektiği açıktır.Demokratik özgürlükler çerçevesinde yapılacak bir özeleştiri ne Atatürk’ün, ne de İsmet İnönü’nün büyüklüğünü  etkilemesi söz konusu bile olamaz.
Günümüzün en önemli siyasi sorunu, otoriter eğilimler gösteren bir iktidarın demokratik yollardan hızla işbaşından uzaklaştırılması, yerine demokratik hukuk devletinin gereklerini yerine getirecek, işsizliği azaltarak  ekonomik ve sosyal her alanda vatandaşlarının refah seviyesini yükseltecek bir iktidarın hızla işbaşına getirilmesi sorunur. Tarif edilen anlamda bunu sağayacak parti sosyal demokrat bir partidir. Bu da tüm eksikliklerine rağmen ülkemizde CHP’dir.
Bu anlamda CHP’ye hem oy, hem de fikir yönünden katkıda bulunmak, CHP’nin güçlenmesine ve iktidar olmasına  yardımcı olmak gerekmektedir.
Bu yazının bir amacı da kendini sosyal demokrat sayan, daha doğrusu sosyal statü olarak sosyal demokrasinin yanında olması gereken seçmenlerde  bu bilincin oluşmasına katkıda bulunmaktır.

SON SÖZ:
"İktidar yozlaşır, mutlak iktidar mutlaka yozlaşır"* sözünün ifade ettiği gibi siyasi, yargısal ve kamuoyu tarafından  denetlenmeyen iktidarların ülkeyi götüreceği yer otoriter bir rejimdir.
Korkumuz budur.
Ülkede muhalefet partisinin varlığı, güçlü olması, iktidar alternatifi olması  bu nedenle çok, ama çok önemlidir.
Muhalefet partileri, özellikle ana muhalefet partisi, yukarıda kısmen açıklamaya çalıştığım bütün zorluklarına rağmen muhalefet görevini yerine getirirken, iktidar alternatifi olduğunu da gösterecek politikalar geliştirmeli ve halka bu konuda güven vermelidir.
Kısacası korkumuzu yenmemizi sağlamalıdır.

 

* Bu söz Lord Acton tarafından söylenmiştir.  Lord Acton 19. yüzyılda yaşamış bir İngiliz filozofudur. Düşünce tarihinde adı, özgürlükle ilgili önemli çalışmalar yapan bir düşünce adamı olarak geçmiştir.

MESERRET MART 2021

     Bu sayıda Özay Gönlüm'ün bilinmeyen yönleriyle yaşam öyküsünü ve kendisiyle özdeşleşmiş Umman Nine'nin mektuplarından birini ok...