24 Kasım 2013 Pazar

FELSEFE DEDİĞİMİZ ŞEY



Sayın Örsan Kunter Öymen’in*  CNN’de, “Aykırı Sorular” programında  Sayın Enver Aysever** ile yaptığı söyleşiden bazı bölümleri özetleyerek arkadaşlarla paylaşma gereği duydum. Kendilerine buradan felsefe gibi özellikle öğrenciler arasında hiç sevilmeyen bir konuyu gündeme getirip çok anlaşılır bir dille açıkladıkları için teşekkür ediyorum. Bu metinde Sayın Öymen ve Sayın Aysever'in görüşlerine aykırı görmediğim, ancak  konunun bütünlüğünü koruması açısından gerekli gördüğüm bazı kısaltmalar, ilaveler tarafımdan yapılmıştır. Yanlış anlaşılabilecek bir  durum oluşmuşsa, başta bu metnin süjelerinin uyarılarıyla, uyarılar doğrultusunda gereken yapılacaktır. 
ENVER AYSEVER     : Sayın Öymen, Nedir bu felsefe dedikleri Allah aşkına? Bizim niçin felsefeye ihtiyacımız var.
ÖRSAN K. ÖYMEN   : Felsefe, çok önemli bir alan olmasına rağmen maalesef Türkiye’de çok fazla önem verilen bir alan değil. Felsefe, yaklaşık 2600 yıl önce Anadolu’da yaşamış olan ünlü düşünür Thales’le başlayan ve günümüze kadar gelen düşünsel bir süreçtir. Bir başka anlatımla felsefe dediğimiz zaman “sorgulayıcı” düşünceyi anlamalıyız. Yunanca “bilgelik sevgisi” anlamına gelmektedir. Her düşünsel faaliyet felsefe anlamında değerlendirilemez. Ayrıca ben “bilgeyim” demekle de “bilge” olunmuyor. Felsefe, akıl yürütmeye dayanan, rasyonel (ölçülebilir)  bir yönü olan, sorgulayıcı, bilgi üzerine, siyaset üzerine, ahlak üzerine, din üzerine, sanat üzerine düşünce içeren sorgulayıcı bir zihin etkinliğidir.
ENVER AYSEVER·   : Her gün köşe yazısı yazan bir kişinin felsefeci olma ihtimali var mıdır?
ÖRSAN K. ÖYMEN   : Olanaksız değil. Ama felsefe kısaltılabilecek, özetlenebilecek bir şey değil. Çok kolay değil.
ENVER AYSEVER     : 140 karakterle, yani Tweeter ile felsefe yapılabilir mi?
ÖRSAN K. ÖYMEN   : Belki çok az ve öz düşünceler ifade edilebilir. Ama felsefe yapmak için “argüman” (bir olayla ilişkili iddia, tez) gerekiyor. Büyük söz etmek, ya da ortaya bir atasözü atmak gibi bir şey değil felsefe. Fiozoflara baktığımız zaman bunlar yüzlerce sayfa argüman geliştiriyorlar. Bir başka anlatımla bunlar bir iddia-tez ileri sürüyorlar ve sonra onun gerekçelerini ortaya koyuyorlar. Ortaya atılan tez konusunda başka başka düşünürler gerekçelerini açıklayarak farklı sonuçlara varabilirler. Atılan bir tez bu açıklanan gerekçeler doğrultusunda bugün kabul görüyor olabilir. Ancak bir süre sonra bu düşünsel eylemin vardığı sonuç, bir başka düşünsel eylemle ortadan kaldırılabilir. Felsefe diyalektik yani zaman içinde değişime açık bir akıl yürütme eylemidir ve bu yönüyle dinden ayrılır.
ENVER AYSEVER     :  Felsefe Türkiye’de neden bir öcü gibi görülüyor? Ya da geri kalmış?
ÖRSAN K. ÖYMEN   : Bunun tarihsel kökenlerine bakmak gerekiyor. Türkiye’nin bu konudaki geri kalmışlığı Osmanlı İmparatorluğunun geri kalmışlığı ile ilgilidir denilebilir.  Felsefe,  daha antik Yunan’da felsefe yokken, yani eski Yunan filozofları Platon (Eflatun)’dan ve Aristoteles’ten önce  Thales gibi, Anaksimenes gibi, Herakles gibi  bu toprakların insanları Anadolu’da felsefe yapıyordu. Fakat Anadolu’da Musevilik gibi Hıristiyanlık gibi tek tanrılı dinlerin hakimiyetinden sonra, örneğin Bizans İmparatorluğu döneminde felsefe arka planda kalmıştır. Bu dönemde düşünce dendiği zaman daha çok ilahiyat yani teoloji anlaşılmıştır. Nitekim bu dönemde bir Aristoteles, bir Platon çapındafilozof yetişmemiştir. Bizanstan sonra gelen dönemde, Osmanlılar,  ne Anadolu’nun bu kadim felsefe geleneğini ne de kendisinden daha önce ortaya çıkan ve din olarak benimsediği İslam dünyasında var olan felsefe geleneğini kendi içine taşıyamamıştır. İslam dünyasında o dönemde Farabi gibi, İbn-i Sina gibi, İbn-i Rüşd gibi felsefe yapan ünlü düşünce adamları yetişmiştir. Ayrıca Osmanlı İmparatorluğu, Avrupa’da Rönesans’tan sonra yaygınlaşan felsefe geleneğini de kendi içine taşıyamamıştır. Yani ne kendisinden önce İslam dünyasında var olan,  ne de kendisiyle birlikte Avrupa’da ortaya çıkan ve gelişen felsefe geleneğini kendi içine taşıyamamıştır. Bizans dönemini de katarsak biz yaklaşık 1700 yıllık felsefe kaybımızı 80-90 yıllık cumhuriyet döneminde telafi etmeye çalışıyoruz. Sanırım bu kesintinin, felsefenin Türkiye’de gelişmemesinde etkisi vardır.
ENVER AYSEVER     : Teoloji diyoruz. Teolojideki bilim anlamına gelen “loji” ekine bakarak teolojiyi bir bilim olarak düşünebilir miyiz? Teoloji diye bir bilim, bir disiplin olabilir mi?
ÖRSAN K. ÖYMEN   : Teoloji diye bir bilim, disiplin olamaz. Buna tanrı kuramı diyebiliriz. Tanrı üzerine, din üzerine oluşturulan fikirler diyebiliriz. Bu konuda yani din ve tanrı konusu üzerine fikirler oluşturulabilir. Ama biz bilim dediğimiz zaman gözlem ve deneye dayanan bir disiplini anlıyoruz. Bu anlamda din bir bilim olamaz.  Bilim, gözlem ve deneye dayanırken; din vahye, peygamber sözlerine ve mucizelere dayanır.  Teoloji derken tanrıbilimden ziyade tanrı üzerine geliştirilmiş kuramları anlıyoruz.  Bu anlamda teoloji vardır. Ve ortaçağ felsefesi teoloji ile iç içedir. Felsefe tarihine baktığımız zaman felsefe tarihinde dindar filozoflar olduğu kadar, dinsiz, ateist, agnostik (bilinemezciliği savunan) filozoflar da vardır. Dolayısıyla bu anlamda felsefenin çoğulcu bir yapısı var.
ENVER AYSEVER     : İlahiyatçı kimdir? İlahiyatçı felsefeci kategorisinde midir? Yoksa din öğretisini aktaran bir kişi midir? Eğer ilahiyatçıya filozof dersek onun sorgulayıcı olması gerekiyor. Teslimiyetçi olmaması gerekiyor. Eğer bir ilahiyatçı bir kitabı daha iyi anlatmak, aktarmak işini yapıyorsa ona filozof diyemeyiz, diye düşünüyorum. Bu konuda siz ne diyorsunuz?
ÖRSAN K. ÖYMEN   : Türkiye gerçeklerine bakacak olursak ilahiyatçı filozof değildir. İlahiyatçıları TV’lerde, tartışma platformlarında gördüğümüzde, Kur’an-ı Kerim’den ayetler okuyarak tartışma konusunu açıklamaya çalışıyorlar. Kur’an-ı Kerim’den ayetler okuyarak konuyu açıklamaya çalışmak felsefi bir etkinlik değildir. Filozof bir iddia ortaya attığında “neden” sorusu ona yöneltildiğinde Kur’an-ı Kerim’de öyle yazıyor da ondan, ya da  devlet büyükleri, annem babam öyle söyledi de ondan, ya da mahalleli arkadaşlarım böyle inanıyor da ben de ondan böyle inanıyorum, düşünüyorum demez. Filozof dediğimiz kişi  -dindar olsa da olmasa da-  ortaya attığı iddia-tez konusunda kendi temellendirmelerini, gerekçelerini, kendi akıl yürütmelerini ortaya koyan kişidir.   İslam dünyasından İbn-i Sina ile  ortaçağ Hıristiyan  Avrupasından  Thomas Aquina,  ki bunların dindar oldukları kabul edilir, ortaya attıkları tezlerini,  Kur’an ya da İncil  böyle söylüyor diye açıklamamışlar, felsefi temellerini kendi akıl yürütmeleri ile  gerekçelendirmeye çalışmışlardır. İdeal ilahiyatçı, işin felsefi temellerine de inebilen kişidir, denilebilir. Bizde böyle olmuyor. İlahiyat Fakültelerinden felesefe dersini kaldırmaya çalıştıkları da bilinen bir gerçeklik olarak önümüzde duruyor. İlahiyat fakültelerinden felsefe dersini kaldırmak, bu fakülteleri Kur’an kurslarına çevirmek gibi bir şey olur diye düşünüyorum.  YÖK’de olan biten, Gazali gibi “Tanrı kavramına ulaşmak için akıl yürütmeye ihtiyaç yoktur, “iman” tanrı kavramını benimsemek için yeterlidir.” diyen bir gelenek ile “aklı ön plana çıkarmak isteyen” gelenek arasında yaşanan bir çatışmadır, diye düşünüyorum. YÖK’de bugün yapılmak istenene önayak olanlar “Gazali” yaklaşımını benimseyen kesimlerdir. Bu benim tahminimdir. Ama bu düşünce geri tepti.
ENVER AYSEVER     : Siyasetin felsefeye ihtiyacı yok mu? Çok partili döneme geçtiğimizden bu yana siyasetin aktörleri tarafından kısır çekişmeler ve kalıplaşmış bazı ezberler üzerinden politika yapıldığı; ülkeyi ve dünyayı açıklamaktan, daha bilimsel bir bakış açısıyla ülkeyi yönetmekten uzaklaştıkları görülüyor.  Bu konuda ne diyorsunuz?
ÖRSAN K. ÖYMEN   : Platon’un güzel bir sözü vardır. “Ya filozoflar yönetici, ya da yöneticiler filozof olmalı” diye. Bu söz aslında ülkeyi yönetirken daha çok düşünmeniz, daha çok akıl yürütmemiz  gerektiğine dikkat çekmek için söylenmiştir. Ama dünyada yöneticilerin çok da felsefeyle iç içe olduğunu söylemeyiz. Ama bu ülkemizde biraz daha fazladır. Ülkemizde kendini sağcı, dindar olarak tanımlayan bazı yöneticilerimiz dini referanslarla, bir anlamda dini “fetişizm” haline getirerek ülkeyi yönetmeye çalışıyorlar. Aynı şey kendini laik, solcu, sosyalist olarak tanımlayan bazı yöneticilerimiz için de geçerli.  Bu yöneticilerimizden bazıları laikliğin ne olduğunu bilmeden, sosyalizm gibi, sosyal demokrasi gibi, kapitalizm gibi kavramları okumadan, öğrenmeden ülkeyi yönetmeye aday oluyorlar. Yani o da Kur’an’ı okumadan dindar olduğuna inanan insanlar gibi, laikliğin çıkış nedenlerini ve temel parametrelerini bilmeden, sosyalizmin temel kaynaklarını okumadan solcu veya laik olduğuna inanıyor.
ENVER AYSEVER     : Gördüğüm kadarıyla ahlak tartışması da din üzerinden yapılıyor. İnançlı insanlar “ahlaklı,” İnançsız insanlar  “ahlaksız”  gibi. Ahlak nedir. Ahlaklı olmanın ölçüsü nedir?
ÖRSAN K. ÖYMEN   : Tarihe baktığımızda ahlak, dinlerle ortaya çıkmış bir şey değildir. İnsanlık tarihi ile tek tanrılı dinlerin tarihini karşılaştırdığımızda tek tanrılı dinlerin yaklaşık 4000 yıllık bir bilinen geçmişe sahip olduğunu görüyoruz. Felsefe tarihi bunu çok açık bir şekilde ortaya koyuyor. Antik dönemde, örneğin Anadolu’da yaşamış filozoflar “ahlak” üzerine günümüze ulaşan yüzlerce sayfalık metinler yazmışlardır.  Bu filozofların hiç biri ne Musevi, ne Hıristiyan ne de Müslüman’dı. O zaman çok tanrılı dinler vardı. Bu düşünürlerin çoğu zaten bu çok tanrılı din sistemine de inanmıyorlardı. Yani “ahlak” hiçbir zaman dinin tekelinde olmadı.  Ahlakla dini ayırmak gerekir. Dindar birisi ahlaklı da olabilir, ahlaksız da. Aynı şekilde dinsiz biri de ahlaklı ya da ahlaksız olabilir.
ENVER AYSEVER     : İfade özgürlüğü meselesini konuşalım biraz da. Düşünmek, Melih Cevdet’in deyimiyle düşündüğünü söylemekle başlar. Düşünce özgürlüğünün sınırı nedir, daha doğrusu düşüncenin sınırının olması gerekir mi? Ayrıca dindarlıkla dincilik arasında ne gibi bir fark var.
ÖRSAN K. ÖYMEN   :  Sadece filozofların değil vatandaşların da mutlak anlamda ifade ve düşünce özgürlüğüne sahip olması gerekir. Hiç kimseye hakaret etmeden sövüp saymadan en uç fikirler dahi ifade edilebilmelidir. Bugün uç diye nitelendirdiğimiz bir fikir yarın geniş kesimlerce kabul görebilir. Ayrıca bir fikir ileri sürerken bunun felsefi anlamda temellerini de gerekçelendirmek önemlidir. Diğer soruya gelecek olursak, dindar olmak sorun değil. Dini, fetişizm, yani takıntı haline getirip, bilimi, sanatı, siyaseti, günlük yaşamı din ekseninde değerlendirmeye başladığımızda tehlike orda ortaya çıkıyor. Yoksa dindar olmakla ilgili bir sorun yok. Dindarlık ya da dinsizlik kişinin subjektif tercihidir.  Ama biz bunu toplumun geneline zorla empoze etmeye kalktığımızda orda dindarlıkla dincilik arasında bir ayrım yapmamız gerekiyor. Kişi ben dindarım ama, din ve devlet işlerinin, din ve eğitimin, din ve hukukun, din ve idari yapılanmanın ayrılması gerektiğini, yani laikliği savunuyorum diyebilir. Yani kişi bunları savunarak ben Allah’a, Muhammed’in peygamber olduğuna inanıyorum, Kur’an-ı Kerim’deki ahlakla ilgili birçok şeyi de savunuyorum diyebilir.
 ENVER AYSEVER    : Başbakan geçenlerde “yıllarca bize batılı yaşam tarzı, düşünce sistemi ve ideolojisi dayatıldı.  Bu yaşam tarzı bize pek uymadı, dedi. Aynı şey din açısından yapıldığında yani dini referanslar öne çıkartılarak din eksenli bir yaşam tarzının dayatılması da aynı şey değil mi?
ÖRSAN K. ÖYMEN   : İslam dini, biliyorsun geçmişte Türklerin dini değildi. Arapların dini idi. Türkler bu dini sonradan benimsedi. İslam dini ile birlikte biz Arap kültürünü de beraberinde almış olduk. Türk kültürü olmayan, yani Arap kültürüyle gelen bazı yaşam biçimlerini almak, benimsemek yanlış olmuyor da, Fransızlardan ya da İngilizlerden alınca mı yanlış oluyor. Şunu söylemek istiyorum. Nerden aldığımıza değil, buralardan neyi aldığımıza bakmak gerekiyor.  Olay şapka takmak, ya da türban takmak meselesi değildir.  Burada değerler ve kavramlar önemlidir. Burada batılılaşalım derken, aslında buna batılılaşma da dememek lazımdır. Atatürk’ün deyimiyle “çağdaş uygarlık” deyimi daha doğrudur. Nitekim Atatürk, Çin, Hindistan, Mezopotamya uygarlıklarını, antik  Mısır, Yunan ve  Roma uygarlıklarını incelemiştir. Uygarlık dediğimiz şey, bir coğrafyanın, bir kültürün tekelinde değil. Zaman içinde değişik coğrafyalarda ve kültürlerde ortaya çıkabiliyor. Uygarlık dediğimiz şeyin özünde felsefe vardır, bilim vardır, sanat vardır. Atatürk’ün yapmaya çalıştığı şey, bilim, felsefe ve sanat alanındaki eksikliklerimizi gidermektir. Yoksa onları taklit edip, onlar ne yapıyorsa onları yapalım demek değildir. Aslında Atatürkçü olduğunu söyleyenlerden bazıları Atatürkçülüğü yüzeysel bir şekilde anlıyorlar. İşte Atatürk rozeti takmak, Atatürk heykelleri yapmakla Atatürkçü olunmuyor. Atatürk ne diyor? En hakiki mürşit, yol gösterici ilimdir, fendir diyor. Eskiden bu nasıldı? Eskiden en hakiki yol gösterici tarikat lideriydi. Hoş, şimdi de bazı vatandaşlarımız için hala en hakiki yol gösterici tarikat ya da cemaat lideri olabiliyor. Yani Atatürk’ün Çağdaş uygarlık hedefiyle varmak istediği düşünsel yapı budur. Tersinden söyleyecek olursak Atatürk’ün bütün çabası bilimden ve fenden uzak tamamen cemaat liderinin anlayışına bağlı dini referansları öne çıkaran bir yapıyı ortadan kaldırmaya yönelikti.
ENVER AYSEVER     : Bilim de din gibi son zamanlarda bir fetişizm haline geldi. İnsan aklı her şeyi çözmeye yetmez. Dolayısıyla bu pozitivist anlayış, yani modernleşmeyle paralel gelişen bu süreç insanın varlığını ve sorunlarını açıklamaya yetmez. Başka bir anlatımla insanın din ve inanç gibi bilim dışında da bir alana ihtiyacı vardır.  Yani her şey bilim midir? Her şey sınanabilir mi? Her konuda deney ve gözlem yapma olanağı var mı? İnsan sadece akılla ve bilimle sınanabilir olan şeylerle yetinebilir mi?
ÖRSAN K. ÖYMEN   : Bunu bilimin kendisi cevaplıyor. Bilim hiçbir zaman mutlakçı bir şey olarak ortaya çıkmıyor ki. Bilimde yanlışlanabilirlik vardır. Başka bir anlatımla bilimin bir özelliği de yanlışlanabilir olmasıdır. Şimdi gözlem ve deneye bağlı olarak bir tez ortaya atılıyor.  Siz ortaya atılan bu bilimsel kuramı yanlışlamak istiyorsanız, yine gözlem ve deneye dayalı olarak başka bir tez, yani onun antitezini ortaya koymak durumundasınız. Sonuçta onu yanlışlarsınız, ya da onun (göreceli) doğruluğunu teyit etmek zorunda kalırsınız. Bilim tarihine baktığımız zaman ortaya atılan tezler, kuramlar devamlı gelişme içerisindedir. Bir kuram ortaya atıldığında, o, başka bir kuramla çürütülünceye kadar (göreceli) doğru kabul edilir. Bu sefer çürütülen her kuramın yerine yeni bir kuram ortaya çıkmış olur ve bu sefer onun üzerinde çalışılmaya başlanır. Dinde böyle bir şey mümkün değil ki. Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için bir örnek vermek istiyorum. Şimdi Cuma namazında hocanın vaazda söylediklerine karşın, birisi çıkıp da  “hoca sen bunları nerden biliyorsun, dayanakların nedir, bu konunun epistomolojik gerekçelerini bana anlatır mısın, bunun bilimsel bir temeli var mı, yok mu, hangi gözlem ve deneye dayanarak bunu söylüyorsun dediğinde komik bir şey olur. İnsanlar camilere ve diğer ibadet yerlerine bunları sorgulamak için gitmiyorlar. Sadece dini ibadetlerini yerine getirmek için gidiyorlar. Aynı şekilde bilimsel bir sempozyumda birisi çıkıp da siz böyle söylüyorsunuz ama,  İncil’de, ya da Kur’an-ı Kerim’de böyle söylenmiyor derse o da eşdeğer ölçüde komik olur. Bir başka örnek, bizim TV’lerde zaman zaman evrim tartışmaları olur. Bir tarafta ilahiyatçılar, karşılarında bilim adamları, tartışırlar. Bir taraf fosillerden, deney ve gözlemden bahsederken, diğer taraf ayetlere dayanarak konuyu açıklamaya çalışıyor. Ben din olmasın demiyorum. Din elbette olacak. İnsanın ihtiyacı varsa, dine inanmak onu daha mutlu kılıyorsa, dine inanacak tabiî ki. Sonuç olarak dinle bilimi, dinle felsefeyi karıştırmamak gerekiyor.
ENVER AYSEVER     : Sosyal bilimlerin “bilim” olma şansı var mı? Tarihin felsefe içinde yeri nedir.
ÖRSAN K. ÖYMEN   : Sosyal bilimcilerin işi, doğa bilimcilere göre daha zor.  Sosyal bilimler, doğa bilimlerine göre daha yeni yeni gelişiyor. Doğa bilimleri ise çok eski. Örneğin Mezopotamya’da astronomi vardı. Birinci zorluk bu bilimlerin yeni olmasından kaynaklanıyor. İkincisi ise doğa bilimlerinin araştırma nesnesi adı üstünde “doğa”. İnsan zihni, kendi dışında örneğin, yıldızlarda, denizlerde, gökyüzünde olan bitenleri anlamaya çalışıyor.  Oysa sosyal bilimlerde araştırma nesnesi ile araştırmacı aynı. İnsan, insan davranışlarını ya da toplumun davranışlarını öğrenmeye, açıklamaya çalışıyor. Dolayısıyla burada böyle bir zorluk var.  İnsan devamlı bir oluşum gelişim içindedir. Toplum da öyledir. Statik bir varlık değildir. Bir başka anlatımla insan şudur, ya da toplum budur, neden sonuç ilişkisi çerçevesinde bu güne kadar böyleydi. Bundan sonra da şöyle bir gelişim süreci izleyecek, ya da şu olacak diye kesin önermelerde bulunamıyoruz. Tarihin ise işi daha da zordur. Tarihin mutlaka belgeye dayanması gerekiyor. Bazı tarihçiler neye inanmak istiyorsa onu tez haline getirmeye çalışıyor. Böyle bir tarih anlayışı olmaz. Ben yorum kısmının tarihin içinde olmaması gerektiğini düşünenlerdenim. Bazısı ise aksini düşünüyor. İçinde sosyoloji olmalı, yorum olmalı diyor. Bana göre tarihin olgusal yönü ağır basmalı ve belgeye dayanmalıdır.  Felsefe anlamında tarih bir bilim olamaz.
* ÖRSAN KUNTER ÖYMEN:
·           1965 doğumlu. 1987 yılında Orta Doğu Teknik Üniversitesi Felsefe Bölümü’nden mezun olmuş, 1990 yılında New York Üniversitesi Felsefe Bölümü’nden Yüksek Lisans, 1999 yılında yine Orta Doğu Teknik Üniversitesi Felsefe Bölümü’nden Doktora derecesini almıştır.
·           Hem felsefe alanında hem de sosyal ve siyasal olaylar hakkında birçok makalesi ve kitabı bulunmaktadır. 1990-2000 yılları arasında iç politika ve dış politika alanlarında gazetecilik yapmış, 2003-2008 yılları arasında üç dönem CHP Parti Meclisi Üyesi olarak görev almıştır.
·           2000 yılından beri üniversitede Öğretim Üyesi ve 2006 yılından beri kurucusu olduğu Felsefe Sanat Bilim Derneği’nde Yönetim Kurulu Başkanı olarak görev yapmaktadır.
·       Cumhuriyet Halk Partisi ve Trabzonspor Kulübü üyesidir. İngilizce ve Almanca bilmektedir.

**ENVER AYSEVER:
 · Türk tiyatrocu, televizyon program yapımcısı, sosyolog, politikacı ve 
   Yunus Nadi Roman Ödülü sahibi yazar.
·  Doğum        : 1972, İstanbul
·  Ödüller        : Yunus Nadi Roman Ödülü


MESERRET MART 2021

     Bu sayıda Özay Gönlüm'ün bilinmeyen yönleriyle yaşam öyküsünü ve kendisiyle özdeşleşmiş Umman Nine'nin mektuplarından birini ok...