Sayın Örsan Kunter Öymen’in*
CNN’de, “Aykırı Sorular”
programında Sayın Enver Aysever** ile yaptığı
söyleşiden bazı bölümleri özetleyerek arkadaşlarla paylaşma gereği duydum.
Kendilerine buradan felsefe gibi özellikle öğrenciler arasında hiç sevilmeyen bir
konuyu gündeme getirip çok anlaşılır bir dille açıkladıkları için teşekkür
ediyorum. Bu metinde Sayın Öymen ve Sayın Aysever'in görüşlerine aykırı görmediğim, ancak konunun bütünlüğünü koruması açısından gerekli gördüğüm bazı kısaltmalar, ilaveler tarafımdan yapılmıştır. Yanlış anlaşılabilecek bir durum oluşmuşsa, başta bu metnin süjelerinin uyarılarıyla, uyarılar doğrultusunda gereken yapılacaktır.
ENVER AYSEVER : Sayın Öymen, Nedir bu felsefe dedikleri Allah
aşkına? Bizim niçin felsefeye ihtiyacımız var.
ÖRSAN K. ÖYMEN : Felsefe, çok önemli bir alan olmasına rağmen
maalesef Türkiye’de çok fazla önem verilen bir alan değil. Felsefe, yaklaşık
2600 yıl önce Anadolu’da yaşamış olan ünlü düşünür Thales’le başlayan ve
günümüze kadar gelen düşünsel bir süreçtir. Bir başka anlatımla felsefe
dediğimiz zaman “sorgulayıcı” düşünceyi anlamalıyız. Yunanca “bilgelik sevgisi”
anlamına gelmektedir. Her düşünsel faaliyet felsefe anlamında
değerlendirilemez. Ayrıca ben “bilgeyim” demekle de “bilge” olunmuyor. Felsefe,
akıl yürütmeye dayanan, rasyonel (ölçülebilir) bir yönü olan, sorgulayıcı, bilgi üzerine,
siyaset üzerine, ahlak üzerine, din üzerine, sanat üzerine düşünce içeren
sorgulayıcı bir zihin etkinliğidir.
ENVER AYSEVER· : Her gün köşe yazısı yazan bir kişinin
felsefeci olma ihtimali var mıdır?
ÖRSAN K. ÖYMEN : Olanaksız değil. Ama felsefe
kısaltılabilecek, özetlenebilecek bir şey değil. Çok kolay değil.
ENVER AYSEVER : 140 karakterle, yani Tweeter ile felsefe
yapılabilir mi?
ÖRSAN K. ÖYMEN : Belki çok az ve öz düşünceler ifade
edilebilir. Ama felsefe yapmak için “argüman” (bir olayla ilişkili iddia, tez) gerekiyor.
Büyük söz etmek, ya da ortaya bir atasözü atmak gibi bir şey değil felsefe.
Fiozoflara baktığımız zaman bunlar yüzlerce sayfa argüman geliştiriyorlar. Bir
başka anlatımla bunlar bir iddia-tez ileri sürüyorlar ve sonra onun
gerekçelerini ortaya koyuyorlar. Ortaya atılan tez konusunda başka başka
düşünürler gerekçelerini açıklayarak farklı sonuçlara varabilirler. Atılan bir
tez bu açıklanan gerekçeler doğrultusunda bugün kabul görüyor olabilir. Ancak
bir süre sonra bu düşünsel eylemin vardığı sonuç, bir başka düşünsel eylemle
ortadan kaldırılabilir. Felsefe diyalektik yani zaman içinde değişime açık bir
akıl yürütme eylemidir ve bu yönüyle dinden ayrılır.
ENVER AYSEVER :
Felsefe Türkiye’de neden bir öcü gibi görülüyor? Ya da geri kalmış?
ÖRSAN K. ÖYMEN : Bunun tarihsel kökenlerine bakmak
gerekiyor. Türkiye’nin bu konudaki geri kalmışlığı Osmanlı İmparatorluğunun
geri kalmışlığı ile ilgilidir denilebilir.
Felsefe, daha antik Yunan’da
felsefe yokken, yani eski Yunan filozofları Platon (Eflatun)’dan ve
Aristoteles’ten önce Thales gibi,
Anaksimenes gibi, Herakles gibi bu
toprakların insanları Anadolu’da felsefe yapıyordu. Fakat Anadolu’da Musevilik
gibi Hıristiyanlık gibi tek tanrılı dinlerin hakimiyetinden sonra, örneğin
Bizans İmparatorluğu döneminde felsefe arka planda kalmıştır. Bu dönemde
düşünce dendiği zaman daha çok ilahiyat yani teoloji anlaşılmıştır. Nitekim bu
dönemde bir Aristoteles, bir Platon çapındafilozof yetişmemiştir. Bizanstan
sonra gelen dönemde, Osmanlılar, ne
Anadolu’nun bu kadim felsefe geleneğini ne de kendisinden daha önce ortaya
çıkan ve din olarak benimsediği İslam dünyasında var olan felsefe geleneğini
kendi içine taşıyamamıştır. İslam dünyasında o dönemde Farabi gibi, İbn-i Sina
gibi, İbn-i Rüşd gibi felsefe yapan ünlü düşünce adamları yetişmiştir. Ayrıca
Osmanlı İmparatorluğu, Avrupa’da Rönesans’tan sonra yaygınlaşan felsefe
geleneğini de kendi içine taşıyamamıştır. Yani ne kendisinden önce İslam
dünyasında var olan, ne de kendisiyle
birlikte Avrupa’da ortaya çıkan ve gelişen felsefe geleneğini kendi içine
taşıyamamıştır. Bizans dönemini de katarsak biz yaklaşık 1700 yıllık felsefe
kaybımızı 80-90 yıllık cumhuriyet döneminde telafi etmeye çalışıyoruz. Sanırım
bu kesintinin, felsefenin Türkiye’de gelişmemesinde etkisi vardır.
ENVER AYSEVER : Teoloji diyoruz. Teolojideki bilim
anlamına gelen “loji” ekine bakarak teolojiyi bir bilim olarak düşünebilir
miyiz? Teoloji diye bir bilim, bir disiplin olabilir mi?
ÖRSAN K. ÖYMEN : Teoloji diye bir bilim, disiplin olamaz.
Buna tanrı kuramı diyebiliriz. Tanrı üzerine, din üzerine oluşturulan fikirler
diyebiliriz. Bu konuda yani din ve tanrı konusu üzerine fikirler
oluşturulabilir. Ama biz bilim dediğimiz zaman gözlem ve deneye dayanan bir
disiplini anlıyoruz. Bu anlamda din bir bilim olamaz. Bilim, gözlem ve deneye dayanırken; din
vahye, peygamber sözlerine ve mucizelere dayanır. Teoloji derken tanrıbilimden ziyade tanrı
üzerine geliştirilmiş kuramları anlıyoruz.
Bu anlamda teoloji vardır. Ve ortaçağ felsefesi teoloji ile iç içedir.
Felsefe tarihine baktığımız zaman felsefe tarihinde dindar filozoflar olduğu
kadar, dinsiz, ateist, agnostik (bilinemezciliği savunan) filozoflar da vardır.
Dolayısıyla bu anlamda felsefenin çoğulcu bir yapısı var.
ENVER AYSEVER : İlahiyatçı kimdir? İlahiyatçı felsefeci
kategorisinde midir? Yoksa din öğretisini aktaran bir kişi midir? Eğer
ilahiyatçıya filozof dersek onun sorgulayıcı olması gerekiyor. Teslimiyetçi
olmaması gerekiyor. Eğer bir ilahiyatçı bir kitabı daha iyi anlatmak, aktarmak
işini yapıyorsa ona filozof diyemeyiz, diye düşünüyorum. Bu konuda siz ne
diyorsunuz?
ÖRSAN K. ÖYMEN : Türkiye gerçeklerine bakacak olursak
ilahiyatçı filozof değildir. İlahiyatçıları TV’lerde, tartışma platformlarında
gördüğümüzde, Kur’an-ı Kerim’den ayetler okuyarak tartışma konusunu açıklamaya
çalışıyorlar. Kur’an-ı Kerim’den ayetler okuyarak konuyu açıklamaya çalışmak
felsefi bir etkinlik değildir. Filozof bir iddia ortaya attığında “neden”
sorusu ona yöneltildiğinde Kur’an-ı Kerim’de öyle yazıyor da ondan, ya da devlet büyükleri, annem babam öyle söyledi de
ondan, ya da mahalleli arkadaşlarım böyle inanıyor da ben de ondan böyle
inanıyorum, düşünüyorum demez. Filozof dediğimiz kişi -dindar olsa da olmasa da- ortaya attığı iddia-tez konusunda kendi
temellendirmelerini, gerekçelerini, kendi akıl yürütmelerini ortaya koyan
kişidir. İslam dünyasından İbn-i Sina ile ortaçağ Hıristiyan Avrupasından
Thomas Aquina, ki bunların dindar
oldukları kabul edilir, ortaya attıkları tezlerini, Kur’an ya da İncil böyle söylüyor diye açıklamamışlar, felsefi
temellerini kendi akıl yürütmeleri ile
gerekçelendirmeye çalışmışlardır. İdeal ilahiyatçı, işin felsefi
temellerine de inebilen kişidir, denilebilir. Bizde böyle olmuyor. İlahiyat
Fakültelerinden felesefe dersini kaldırmaya çalıştıkları da bilinen bir
gerçeklik olarak önümüzde duruyor. İlahiyat fakültelerinden felsefe dersini
kaldırmak, bu fakülteleri Kur’an kurslarına çevirmek gibi bir şey olur diye
düşünüyorum. YÖK’de olan biten, Gazali
gibi “Tanrı kavramına ulaşmak için akıl yürütmeye ihtiyaç yoktur, “iman” tanrı
kavramını benimsemek için yeterlidir.” diyen bir gelenek ile “aklı ön plana
çıkarmak isteyen” gelenek arasında yaşanan bir çatışmadır, diye düşünüyorum.
YÖK’de bugün yapılmak istenene önayak olanlar “Gazali” yaklaşımını benimseyen
kesimlerdir. Bu benim tahminimdir. Ama bu düşünce geri tepti.
ENVER AYSEVER : Siyasetin felsefeye ihtiyacı yok mu? Çok
partili döneme geçtiğimizden bu yana siyasetin aktörleri tarafından kısır
çekişmeler ve kalıplaşmış bazı ezberler üzerinden politika yapıldığı; ülkeyi ve
dünyayı açıklamaktan, daha bilimsel bir bakış açısıyla ülkeyi yönetmekten
uzaklaştıkları görülüyor. Bu konuda ne
diyorsunuz?
ÖRSAN K. ÖYMEN : Platon’un güzel bir sözü vardır. “Ya
filozoflar yönetici, ya da yöneticiler filozof olmalı” diye. Bu söz aslında
ülkeyi yönetirken daha çok düşünmeniz, daha çok akıl yürütmemiz gerektiğine dikkat çekmek için söylenmiştir.
Ama dünyada yöneticilerin çok da felsefeyle iç içe olduğunu söylemeyiz. Ama bu ülkemizde
biraz daha fazladır. Ülkemizde kendini sağcı, dindar olarak tanımlayan bazı yöneticilerimiz
dini referanslarla, bir anlamda dini “fetişizm” haline getirerek ülkeyi
yönetmeye çalışıyorlar. Aynı şey kendini laik, solcu, sosyalist olarak
tanımlayan bazı yöneticilerimiz için de geçerli. Bu yöneticilerimizden bazıları laikliğin ne
olduğunu bilmeden, sosyalizm gibi, sosyal demokrasi gibi, kapitalizm gibi
kavramları okumadan, öğrenmeden ülkeyi yönetmeye aday oluyorlar. Yani o da
Kur’an’ı okumadan dindar olduğuna inanan insanlar gibi, laikliğin çıkış
nedenlerini ve temel parametrelerini bilmeden, sosyalizmin temel kaynaklarını
okumadan solcu veya laik olduğuna inanıyor.
ENVER AYSEVER : Gördüğüm kadarıyla ahlak tartışması da
din üzerinden yapılıyor. İnançlı insanlar “ahlaklı,” İnançsız insanlar “ahlaksız”
gibi. Ahlak nedir. Ahlaklı olmanın ölçüsü nedir?
ÖRSAN K. ÖYMEN : Tarihe baktığımızda ahlak, dinlerle ortaya
çıkmış bir şey değildir. İnsanlık tarihi ile tek tanrılı dinlerin tarihini
karşılaştırdığımızda tek tanrılı dinlerin yaklaşık 4000 yıllık bir bilinen
geçmişe sahip olduğunu görüyoruz. Felsefe tarihi bunu çok açık bir şekilde
ortaya koyuyor. Antik dönemde, örneğin Anadolu’da yaşamış filozoflar “ahlak”
üzerine günümüze ulaşan yüzlerce sayfalık metinler yazmışlardır. Bu filozofların hiç biri ne Musevi, ne
Hıristiyan ne de Müslüman’dı. O zaman çok tanrılı dinler vardı. Bu düşünürlerin
çoğu zaten bu çok tanrılı din sistemine de inanmıyorlardı. Yani “ahlak” hiçbir
zaman dinin tekelinde olmadı. Ahlakla dini
ayırmak gerekir. Dindar birisi ahlaklı da olabilir, ahlaksız da. Aynı şekilde
dinsiz biri de ahlaklı ya da ahlaksız olabilir.
ENVER AYSEVER : İfade özgürlüğü meselesini konuşalım
biraz da. Düşünmek, Melih Cevdet’in deyimiyle düşündüğünü söylemekle başlar.
Düşünce özgürlüğünün sınırı nedir, daha doğrusu düşüncenin sınırının olması
gerekir mi? Ayrıca dindarlıkla dincilik arasında ne gibi bir fark var.
ÖRSAN K. ÖYMEN :
Sadece filozofların değil vatandaşların da mutlak anlamda ifade ve
düşünce özgürlüğüne sahip olması gerekir. Hiç kimseye hakaret etmeden sövüp
saymadan en uç fikirler dahi ifade edilebilmelidir. Bugün uç diye
nitelendirdiğimiz bir fikir yarın geniş kesimlerce kabul görebilir. Ayrıca
bir fikir ileri sürerken bunun felsefi anlamda temellerini de gerekçelendirmek
önemlidir. Diğer soruya gelecek olursak, dindar olmak sorun değil. Dini,
fetişizm, yani takıntı haline getirip, bilimi, sanatı, siyaseti, günlük yaşamı
din ekseninde değerlendirmeye başladığımızda tehlike orda ortaya çıkıyor. Yoksa
dindar olmakla ilgili bir sorun yok. Dindarlık ya da dinsizlik kişinin
subjektif tercihidir. Ama biz bunu
toplumun geneline zorla empoze etmeye kalktığımızda orda dindarlıkla dincilik
arasında bir ayrım yapmamız gerekiyor. Kişi ben dindarım ama, din ve devlet
işlerinin, din ve eğitimin, din ve hukukun, din ve idari yapılanmanın ayrılması
gerektiğini, yani laikliği savunuyorum diyebilir. Yani kişi bunları savunarak
ben Allah’a, Muhammed’in peygamber olduğuna inanıyorum, Kur’an-ı Kerim’deki
ahlakla ilgili birçok şeyi de savunuyorum diyebilir.
ENVER AYSEVER :
Başbakan geçenlerde “yıllarca bize batılı yaşam tarzı, düşünce sistemi ve
ideolojisi dayatıldı. Bu yaşam tarzı
bize pek uymadı, dedi. Aynı şey din açısından yapıldığında yani dini
referanslar öne çıkartılarak din eksenli bir yaşam tarzının dayatılması da aynı
şey değil mi?
ÖRSAN K. ÖYMEN : İslam dini, biliyorsun geçmişte Türklerin
dini değildi. Arapların dini idi. Türkler bu dini sonradan benimsedi. İslam
dini ile birlikte biz Arap kültürünü de beraberinde almış olduk. Türk kültürü
olmayan, yani Arap kültürüyle gelen bazı yaşam biçimlerini almak, benimsemek
yanlış olmuyor da, Fransızlardan ya da İngilizlerden alınca mı yanlış oluyor.
Şunu söylemek istiyorum. Nerden aldığımıza değil, buralardan neyi aldığımıza
bakmak gerekiyor. Olay şapka takmak, ya
da türban takmak meselesi değildir. Burada
değerler ve kavramlar önemlidir. Burada batılılaşalım derken, aslında buna batılılaşma
da dememek lazımdır. Atatürk’ün deyimiyle “çağdaş uygarlık” deyimi daha
doğrudur. Nitekim Atatürk, Çin, Hindistan, Mezopotamya uygarlıklarını,
antik Mısır, Yunan ve Roma uygarlıklarını incelemiştir. Uygarlık
dediğimiz şey, bir coğrafyanın, bir kültürün tekelinde değil. Zaman içinde
değişik coğrafyalarda ve kültürlerde ortaya çıkabiliyor. Uygarlık dediğimiz
şeyin özünde felsefe vardır, bilim vardır, sanat vardır. Atatürk’ün yapmaya
çalıştığı şey, bilim, felsefe ve sanat alanındaki eksikliklerimizi gidermektir.
Yoksa onları taklit edip, onlar ne yapıyorsa onları yapalım demek değildir.
Aslında Atatürkçü olduğunu söyleyenlerden bazıları Atatürkçülüğü yüzeysel bir
şekilde anlıyorlar. İşte Atatürk rozeti takmak, Atatürk heykelleri yapmakla
Atatürkçü olunmuyor. Atatürk ne diyor? En hakiki mürşit, yol gösterici ilimdir,
fendir diyor. Eskiden bu nasıldı? Eskiden en hakiki yol gösterici tarikat
lideriydi. Hoş, şimdi de bazı vatandaşlarımız için hala en hakiki yol gösterici
tarikat ya da cemaat lideri olabiliyor. Yani Atatürk’ün Çağdaş uygarlık
hedefiyle varmak istediği düşünsel yapı budur. Tersinden söyleyecek olursak
Atatürk’ün bütün çabası bilimden ve fenden uzak tamamen cemaat liderinin
anlayışına bağlı dini referansları öne çıkaran bir yapıyı ortadan kaldırmaya
yönelikti.
ENVER AYSEVER : Bilim de din gibi son zamanlarda bir
fetişizm haline geldi. İnsan aklı her şeyi çözmeye yetmez. Dolayısıyla bu
pozitivist anlayış, yani modernleşmeyle paralel gelişen bu süreç insanın varlığını
ve sorunlarını açıklamaya yetmez. Başka bir anlatımla insanın din ve inanç gibi
bilim dışında da bir alana ihtiyacı vardır.
Yani her şey bilim midir? Her şey sınanabilir mi? Her konuda deney ve
gözlem yapma olanağı var mı? İnsan sadece akılla ve bilimle sınanabilir olan
şeylerle yetinebilir mi?
ÖRSAN K. ÖYMEN : Bunu bilimin kendisi cevaplıyor. Bilim
hiçbir zaman mutlakçı bir şey olarak ortaya çıkmıyor ki. Bilimde
yanlışlanabilirlik vardır. Başka bir anlatımla bilimin bir özelliği de
yanlışlanabilir olmasıdır. Şimdi gözlem ve deneye bağlı olarak bir tez ortaya
atılıyor. Siz ortaya atılan bu bilimsel
kuramı yanlışlamak istiyorsanız, yine gözlem ve deneye dayalı olarak başka bir
tez, yani onun antitezini ortaya koymak durumundasınız. Sonuçta onu yanlışlarsınız,
ya da onun (göreceli) doğruluğunu teyit etmek zorunda kalırsınız. Bilim
tarihine baktığımız zaman ortaya atılan tezler, kuramlar devamlı gelişme
içerisindedir. Bir kuram ortaya atıldığında, o, başka bir kuramla çürütülünceye
kadar (göreceli) doğru kabul edilir. Bu sefer çürütülen her kuramın yerine yeni
bir kuram ortaya çıkmış olur ve bu sefer onun üzerinde çalışılmaya başlanır.
Dinde böyle bir şey mümkün değil ki. Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için bir
örnek vermek istiyorum. Şimdi Cuma namazında hocanın vaazda söylediklerine
karşın, birisi çıkıp da “hoca sen
bunları nerden biliyorsun, dayanakların nedir, bu konunun epistomolojik
gerekçelerini bana anlatır mısın, bunun bilimsel bir temeli var mı, yok mu,
hangi gözlem ve deneye dayanarak bunu söylüyorsun dediğinde komik bir şey olur.
İnsanlar camilere ve diğer ibadet yerlerine bunları sorgulamak için
gitmiyorlar. Sadece dini ibadetlerini yerine getirmek için gidiyorlar. Aynı
şekilde bilimsel bir sempozyumda birisi çıkıp da siz böyle söylüyorsunuz
ama, İncil’de, ya da Kur’an-ı Kerim’de
böyle söylenmiyor derse o da eşdeğer ölçüde komik olur. Bir başka örnek, bizim
TV’lerde zaman zaman evrim tartışmaları olur. Bir tarafta ilahiyatçılar,
karşılarında bilim adamları, tartışırlar. Bir taraf fosillerden, deney ve
gözlemden bahsederken, diğer taraf ayetlere dayanarak konuyu açıklamaya
çalışıyor. Ben din olmasın demiyorum. Din elbette olacak. İnsanın ihtiyacı
varsa, dine inanmak onu daha mutlu kılıyorsa, dine inanacak tabiî ki. Sonuç
olarak dinle bilimi, dinle felsefeyi karıştırmamak gerekiyor.
ENVER AYSEVER : Sosyal bilimlerin “bilim” olma şansı var
mı? Tarihin felsefe içinde yeri nedir.
ÖRSAN K. ÖYMEN : Sosyal bilimcilerin işi, doğa bilimcilere
göre daha zor. Sosyal bilimler, doğa
bilimlerine göre daha yeni yeni gelişiyor. Doğa bilimleri ise çok eski. Örneğin
Mezopotamya’da astronomi vardı. Birinci zorluk bu bilimlerin yeni olmasından
kaynaklanıyor. İkincisi ise doğa bilimlerinin araştırma nesnesi adı üstünde
“doğa”. İnsan zihni, kendi dışında örneğin, yıldızlarda, denizlerde, gökyüzünde
olan bitenleri anlamaya çalışıyor. Oysa
sosyal bilimlerde araştırma nesnesi ile araştırmacı aynı. İnsan, insan
davranışlarını ya da toplumun davranışlarını öğrenmeye, açıklamaya çalışıyor.
Dolayısıyla burada böyle bir zorluk var.
İnsan devamlı bir oluşum gelişim içindedir. Toplum da öyledir. Statik
bir varlık değildir. Bir başka anlatımla insan şudur, ya da toplum budur, neden
sonuç ilişkisi çerçevesinde bu güne kadar böyleydi. Bundan sonra da şöyle bir
gelişim süreci izleyecek, ya da şu olacak diye kesin önermelerde bulunamıyoruz.
Tarihin ise işi daha da zordur. Tarihin mutlaka belgeye dayanması gerekiyor.
Bazı tarihçiler neye inanmak istiyorsa onu tez haline getirmeye çalışıyor.
Böyle bir tarih anlayışı olmaz. Ben yorum kısmının tarihin içinde olmaması
gerektiğini düşünenlerdenim. Bazısı ise aksini düşünüyor. İçinde sosyoloji
olmalı, yorum olmalı diyor. Bana göre tarihin olgusal yönü ağır basmalı ve
belgeye dayanmalıdır. Felsefe anlamında
tarih bir bilim olamaz.
* ÖRSAN KUNTER ÖYMEN:
·
1965 doğumlu. 1987 yılında Orta Doğu Teknik
Üniversitesi Felsefe Bölümü’nden mezun olmuş, 1990 yılında New York
Üniversitesi Felsefe Bölümü’nden Yüksek Lisans, 1999 yılında yine Orta Doğu
Teknik Üniversitesi Felsefe Bölümü’nden Doktora derecesini almıştır.
·
Hem felsefe alanında hem de sosyal ve siyasal
olaylar hakkında birçok makalesi ve kitabı bulunmaktadır. 1990-2000 yılları
arasında iç politika ve dış politika alanlarında gazetecilik yapmış, 2003-2008
yılları arasında üç dönem CHP Parti Meclisi Üyesi olarak görev almıştır.
·
2000 yılından beri üniversitede Öğretim Üyesi ve
2006 yılından beri kurucusu olduğu Felsefe Sanat Bilim Derneği’nde Yönetim
Kurulu Başkanı olarak görev yapmaktadır.
·
Cumhuriyet Halk Partisi ve Trabzonspor Kulübü
üyesidir. İngilizce ve Almanca bilmektedir.
**ENVER AYSEVER:
· Türk tiyatrocu, televizyon program yapımcısı,
sosyolog, politikacı ve
Yunus Nadi Roman Ödülü sahibi yazar.
· TV şovları : Aykırı
Sorular, Ters Cephe,
Lacivert,
Zamana Karşı,
Diğer
· Ödüller : Yunus Nadi Roman Ödülü