10 Mayıs 2015 Pazar


BABADAĞDAN  BOZDOĞAN MADRAN YAYLASINA 
(BİR GEZİ HİKAYESİ)

ZORUNLU AÇIKLAMA:
2014 yılı Ağustos ayında gerçekleştirdiğimiz Babadağ (Denizli), Karacasu, Bozdoğan (Aydın) ve Kavaklıdere (Muğla) ilçelerini kapsayan gezimize ait bir yazı kaleme almayı düşünmemiştim. Bu nedenle bazı yerlerin fotoğraflarını çekmeyi ihmal ettim. Bazı bilgileri de kaynağından öğrenmeyi atladım. Bu eksikliğimi, alıntı yaptığım fotoğraf ve bilgilere ait açıklamalarda da belirttiğim gibi bazı internet sitelerinden tamamlamaya çalıştım. Alıntı yaptığım kişi ve kuruluşlara buradan açıkça teşekkürlerimi sunuyorum.
***
BABADAĞ
      Sıcak bir yaz günü öğleden sonra, yediğim yemeğin de etkisi ile klimanın o sunî serinliğinin altında uyku basmış, uyumamak için var gücümle direniyordum. Uykumu dağıtmak için içtiğim çaylar fayda etmemişti. Dışarı çıkıp şöyle bir hava alayım dediğimde ise klimanın soğuttuğu ofisin serin ortamının da verdiği etkiyle dışarısı cehennem gibi gelmiş, hemen içeri kaçmıştım.
      Uykumu dağıtan telefon işte tam bu sırada gelmişti. Karşımdaki, avukat bir meslektaşımdı. Bana hafta sonu Bozdoğan’a, Madran Yaylası’na gelip gelemeyeceğimi soruyordu. Yayla ismini duyunca, “Tamam, geliyorum” dedim.
      Ertesi sabah erkenden Göveçlik’e doğru yola çıktık.
      Göveçlik, Denizli’nin batısında Karcıdağı ile Babadağ’ın arasındaki vadide kurulmuş merkeze bağlı bir kasaba iken, kent,  büyükşehir statüsüne geçince mahalle olmuş bir yerleşim yeriydi. Denizli’nin her tarafında olduğu gibi burada da tekstil ve iplik fabrikaları vardı.
       Göveçlik aynı zamanda Babadağ’ın yamaçlarına kurulmuş irili ufaklı köylerin de giriş kapısı gibidir. Babadağ ilçesine kadar Altındere, Mollaahmet, Kelleci, Yeşilyayla, Yeniköy gibi köyler hep bu yol üzerindedir.  Babadağ’ın zirvelerinden kopup gelen buz gibi kar suları, adını saydığım köylerden geçen dereler vasıtasıyla toplana toplana Denizli kent merkezini de geçerek Sarayköy ovasında Büyük Menderes nehrinin bir kolu olan Çürüksu’ya katılır.
      Örneğin Altındere köyü, adı gibi Altındere’nin üzerine kurulmuş şirin mi şirin bir köydür. Derenin kenarına yapılan bahçelerde yetiştirilen taze sebze ve meyvelerin tadı ve lezzeti hemen kendini belli eder.


Altındere köyü

      Altındere her mevsim bir başka güzeldir. Özellikle sonbaharda fotoğrafçılara çok güzel pozlar verir. Ben de bu bölgeye bir grupla yaptığım yürüyüş sırasında çok güzel fotoğraflar çektim.



Altındere'den Denizli Saat 06,29
   

     Altındere köyüne vardığımızda güneş Denizli’nin üzerine yenice doğuyordu. Ama önümüzden gelen arabaları, traktörleri ve elinde çapa ve keserleriyle bağa bahçeye giden kadınları gördüğümüzde, güneş Altınderelilerin üzerine çoktan doğmuştu.

Altındere'den bir manzara
      

       Altındere ile Yeniköy arasından Babadağ’ın zirvesinin fotoğrafını çekebilmek için uygun bir yer aradım.  Ancak burada paylaşacak kalitede iyi bir fotoğraf çekemedim. Aşağıda gördüğünüz fotoğraf Sayın Osman Ünlü’ye aittir. Kendisine buradan teşekkürlerimi iletiyorum.



Altındere'den Babadağ'ın babası/zirvesi
(Fotoğraf: Osman Ünlü)
          
       Biraz üzülmüştüm ama yapacak bir şey de yoktu. Beş altı dakika sonra bizi Babadağ ilçesinin bir mahallesi gibi olan Yeniköy’ün evleri karşıladı.


Yeniköy/Babadağ

    Yeniköy ana yoldan biraz içeride kalıyordu. Biz alacağımızı almış, fotoğraflarımızı çekmiştik. Babadağ ilçesine doğru yolumuza devam ettik.
      Babadağ’a vardığımızda ilçe halkı çoktan uyanmıştı. Yaşlılar kahve önlerine sandalyelerini atmış, sohbeti koyulaştırmıştı bile. Denizli’nin bunaltıcı sıcağından burada eser yoktu. Kahvehanelerin ve dükkanların önü sulanmış, süpürülmüştü. Mis gibi serin ve temiz havayı içime doyasıya çektim.
       Babadağ, tekstil işinde Denizli’nin diğer yörelerinden bir adım daha öndedir.  Tekstil sektörüne yatırım yapan insanların çoğu Babadağlıdır. Ne yazık ki Babadağ’ın nüfusunun çoğu dokuma tezgahlarının makineleşmesi ile birlikte çok önceden Denizli’ye göç etmişti.

 
Babadağ Panayırcızade camii minaresi

      Babadağ’a vardığımızda dikkatimizi çeken camisiz bir minare oldu. Minarenin kitabesinden camisinin, “Panayırcızade Hacı İsmail Efendi” tarafından 1842 (Rumi 1258) yılında yapıldığını, ancak 1932 yılında büyük Kıranbağ yangınında yandığını, yangından sadece fotoğrafta görünen minaresinin kaldığını anladık.
      Burada Babadağlıların çok önemli bir özelliğinden de bahsetmeden geçmek istemiyorum. Babadağlılar birbirlerine çok güvenen insanlardır.  Özellikle ticari yaşamda vadeli alışverişlerde bilinen ve bazı esnaf arasında hala varlığını sürdüren “Babadağ çeki”, Babadağlı esnafların birbirlerine ne kadar güvendiklerinin bir kanıtıdır. Babadağ çeki, basit bir kağıt parçasıdır. Bu kağıt parçası, modern banka çekinin gördüğü işlevin aynısını görür. Bu nedenle vadeli çeki ilk defa icat eden insanların Babadağlılar olduğu bile söylenebilir.

Attuda açık hava müzesi
                                                  
     Hedefimiz Bozdoğan Madran yaylası idi. Ama yolumuz üzerinde tarihi ve doğal özellikleri olan yerler de vardı. Aracımızın direksiyonunu Babadağ’dan Kıranyer köyü yoluna çevirdik. Buradan Hisar köyüne gidecektik. Hisar köyü, Attuda antik kentinin üzerine kurulu, insanlarının çoğu Denizli kent merkezine taşınmış, adeta terk edilmiş görünümde bir yerleşim yeriydi.


Hisar köyü (Attuda)

       Attuda antik kenti, Lykus (Çürüksu) vadisinin ünlü kentleri olan Tripolis, Laodikya, Hiarapolis ve Colessa ile aynı tarihsel dönemin kentidir ve bu kentleri Afrodisias kentine bağlayan antik yol üzerindedir. Bu nedenle kent antik çağda önemli bir işleve sahipti.
 

Hisar (Attuda) Köyünden bir ev kalıntısı
      
       Tarihin ve doğal güzelliklerin iç içe yaşadığı Attuda’dan zor da olsa ayrıldık. Yolumuz uzundu. Akşam hava kararmadan önce Madran yaylasına ulaşmalıydık. Bu düşüncelerle Attuda’yı Afrodasias’a bağlayan yola düştük. 
      Buradan Tavas Karacasu yolunu girecektik.

KARACASU
      Tavas Karacasu yoluna Işıklar köyü üzerinden ulaştık. Işıklar köyünde biraz soluklanmak amacıyla bir kahvenin önünde durduk. Köylülerle yaptığımız kısa bir sohbetten sonra Işıklar adının daha sonra verildiğini, aslında köyün Aşık Bilal isminde bir derviş tarafından kurulduğunu ve adının da “Aşıklar” olduğunu öğrenince Aşık Bilal türbesini merak ettik. Türbe köyün çıkışında basit bir yapıydı.  Etrafına adak kesim yerleri yapılmıştı.


Aşık Bilal Türbesi / Işıklar Köyü


      Aşık Bilal türbesini geçince solumuzda, asfalta paralel, eski bir taş döşeme yol karşıladı bizi. Gördüğümüz antik bir ulaşım yoluydu.
     

Laodikya-Afrodasias antik yolu (Işıklar köyü)

      Yolun gerisi yoktu. Bir bölümü orman altında kalmış, bazı bölümleri ise tarla olmuştu. Bazı yerlerinden ise yeni kullanılan asfalt yol geçirilmişti.
      Işıklar’ı ardımızda bırakıp ana yola çıktığımızda Afrodisias solumuzda, Karacasu sağımızda kalmıştı.  Afrodisias’ı daha önce Menderes Belgeseli çalışmalarım sırasında görmüş, epeyi fotoğrafını çekmiştim. Zamandan kazanmak amacıyla Afrodisias’ı görmekten vazgeçtik.
      Aşağıda gördükleriniz daha önce çektiğim fotoğraflardır.

Afrodisias Tetrapylon (Tören kapısı)


      Antik dönem heykelciliğinin bir merkezi olan Afrodisias başlı başına bir yazı konusu olacak kadar büyük ve zengin bir mirasa sahiptir.
 
Afrodisias antik tiyatro

      Afrodisias ören yerinde bölgeden çıkartılan ve çoğu relief (kabartma) tekniği ile yapılmış heykellerin sergilendiği müze görülmeye değerdir.

Bir relief (kabartma) heykel çalışması 


      Şimdilik tören kapısı, tiyatro ve relief tekniği ile yapılmış bir heykelin fotoğrafını beğeninize sunmakla yetiniyor ve asıl konumuza dönüyorum.
      Afrodisias’a gitmekten vazgeçince, Karacasu’ya doğru devam ettik. Yolda bizi Dandalas çayını kesen tarihi bir köprü ile yanına yapılmış eski değirmenler karşıladı.
      
Dandalas çayı ve tarihi köprü

      Babadağ, Karıncalı dağ ve yaylalarından gelen sular Dandalas Çayı aracılığıyla Kuyucak İlçesi altından Büyük Menderes Nehrine dökülüyordu. Dandalas barajı yapılıncaya kadar bu sular,  kış ve bahar aylarında boşa akıp gitmekteydi. İşte Karacasu’ya 5-6 km uzaklıkta bulunan Dereköy yakınına yapılan Dandalas barajı, yöre halkını kışın taşkınlardan, yazın ise kuraklıktan kurtarmıştı.
 
Karacasu Dandalas Barajı
(Fotoğraf: DSİ 21. Bölge Müdürlüğü web sayfasından alınmıştır)

      Karacasu’ya geldiğimizde öğle olmuş, karnımız acıkmıştı. Karacasu pidesinin ününü duymuştuk. Ancak Yenipazar ve Bozdoğan’da da pide yapıldığını biliyorduk. Karacasu’nun yerlisi birinin önermesiyle pidemizi Karacasu’da yemeyi kararlaştırdık. Pidecide masaya oturur oturmaz hem yorulduğumuzu, hem de gerçekten acıktığımız fark ettik.  Önce bir kavurmalı pide, ardından da ortaya tahinli bir pide söyledik. Kavurmalı vasattı. Ancak tahinli pide, anlattıkları gibi mükemmeldi. Bir pasta gibi ağzımızda dağıldı gitti.



Tahinli ve kavurmalı Karacasu pidesi
(Fotoğraf:Aydın Denge Gazetesi)


      Karnımız doymuştu. Sıra kahve içmeye gelmişti. Kahveyi Karacasu’da kahve Deresi isimli mesirelik bir yerde içmeye karar verdik.  
        Kahve Deresi’ne gitmeden önce şehirde kısa bir gezinti yaptık. Şehirde, XVIII. yüzyılın sonlarında ve XIX. yüzyılın ortalarına kadar yaşamış olan Uşşaki Tarikatından Şeyh Süleyman Rüştü ile oğlu Mustafa Nuri ve Şeyh Seyyit Ali el Filzi’nin sandukalarının bulunduğu bir türbe olduğunu öğrendik. Ayrıca toprak testi yapan yerler de vardı.


Süleyman Rüşdi Türbesi/Karacasu

      Önce türbeyi gezdik. Türbenin birkaç fotoğraf çektikten sonra toprak testi imalathanelerinden birini gördük. Testi ustasının elinin çabukluğunu gördüğümde çok şaşırdım. Nerdeyse 2 dakika içinde bir testi yapıyordu.
 
Testi ustası / Karacasu



       Testi yapımını da gördükten sonra sıra Kahve Deresi’nde kahve içmeye gelmişti. Kahve Deresi, isminden anlaşılacağı üzere kahvehanelerin bulunduğu, şehirden biraz uzakta, bir akarsuyun başında kurulu mesirelik bir alandı. Kahve Deresi’ne vardığımızda insanlardan bazıları sohbet ediyor, bazıları da tavla oynuyorlardı. Kahvelerin yanı sıra fırın/tandır kebabı yapan bir iki mekan daha vardı.

Kahve Deresi/Karacasu

Kahve Deresi/Karacasu

Kahve Deresi güzel bir yerdi. Canımız ayrılmak istemese de, hava kararmadan Bozdoğan’a varıp, oradan da Madran yaylasına gitmeliydik. Bu arada Bozdoğan’a kadar yolumuz üstünde uğrayacağımız başka yerler de vardı.

BOZDOĞAN
Karıncalı dağını, Tepecik ve Yaykın köyleri üzerinden geçtikten sonra tepeden Akçay üzerine kurulu Kemer barajının muhteşem görüntüsü karşıladı bizi.

Kemer Baraj Gölü


         Akçay, Büyük Menderes nehrinin önemli kollarından biri. Çay, Kemer barajına İnceğiz köyü yakınlarında muazzam bir kanyonun içinden geçerek ulaşıyor.

Akçay İnceğiz Kanyonu/Bozdoğan

          Kemer Barajı, Aydın ili Bozdoğan ilçesi sınırları içinde, Akçay üzerinde sulama, taşkın kontrolü ve enerji üretimi amacıyla 1954-1958 yılları arasında yapılmış. 25 Eylül 1958'de hizmete girmiş.(Kaynak: Vikipedi)


Kemer Baraj Gölü/Balık Çiftliği


          Kanyonu görüntüleyebilmek için İnceğiz köyüne doğru toprak dağ yolundan epeyi ilerledik. Yol bizi kanyonu tepeden görüntüleyebileceğimiz bir noktaya ulaştırmıştı. Kanyonun fotoğraflarını, düşme tehlikesine karşı gerekli tedbirleri de alarak dikkatli bir şekilde çektik.
         Kanyonun başından saat 16.00 gibi ayrıldık. Kemer barajı solumuzda yolumuza devam ederken yol üstünde gördüğümüz hayır için konmuş bir su küpünden kana kana su içerek susuzluğumuzu giderdik. Küpü gördüğümde doğru çocukluğuma gittim.  Ben de çocukluğumda bağa, tarlaya giderken küplerden çok su içmiştim.

Hayrat su küpü

Suyumuzu da içtikten sonra Olukbaşı köyüne doğru yol aldık. Burada  Meryem Ana türbesi  ile kıl çadır bezi dokumacılığı yapan yerleri  gezecektik.  Eski adı Biresse olan Olukbaşı köyü, Bozdoğan yolundan bir miktar içerideydi. 


Akçay Olukbaşı Köprüsü

         Akçayı kesen demir bir köprü üzerinden geçerek Olukbaşı köyüne vardık. Köy, yüksekçe bir tepeden biraz daha aşağıda kurulmuştu. Dolayısıyla tepenin başına gelinceye kadar köyü göremedik. Köyü gördüğümüzde ise karşılaştığımız manzara görülmeye değerdi.



Olukbaşı (Biresse) köyü


         Olukbaşı köyünde, kahvede, hem biraz soluklanıp, hem de varlığından haberdar olduğumuz Meryem Ana türbesini sorduk.  Kahvede bizi misafir eden köyün eski muhtarının türbe hakkında anlattıkları bize çok ilginç geldi.
Muhtar bey, bir ara türbenin etrafında çevre düzenlemesi yapmak istediklerini, ancak türbede meftun Meryem Ana’nın, greyder operatörüne türbenin penceresinden görünerek yapılan işlere karşı koyduğunu, operatörün bir hışımla yanına gelerek “milyonlar verseniz de ben buraya bir daha elimi sürmem” diye korkarak olayı anlattığını söyledi. Muhtar, operatörün anlattığına ilk önce inanmamış ve kendisi bizzat türbenin yanına gitmiş. Muhtar da, Meryem Ana’nın kendisine göründüğünü söyleyince biz de şaşkınlığımızdan neredeyse küçük dilimizi yutacaktık.



Meryemana Türbesi/Olukbaşı köyü


Biraz daha kahvede oturduktan sonra muhtar yanımıza bir köylüyü rehber olarak verdi. Önce türbeye,  ardından köyün en büyük geçim kaynağı olan kıl çadır bezi dokuma atölyelerinden birine uğradık.

Kıl çadır bezi dokuma/Olukbaşı köyü


Olukbaşı’ndan Bozdoğan’a, Yazıkent isimli bir kasabadan geçen kestirme bir yol daha vardı.  Bozdoğan’a bu yoldan gidecektik. Yazıkent’te, görmeye değer eski bir konağı da görüp, fotoğrafladıktan sonra Bozdoğan’a geçmeye karar verdik. Akşama daha vardı. Yazıkent’e uğrasak da Madran yaylasına hava kararmadan ulaşabilecektik.
Yazıkent’e Olukbaşından çıkan ara yoldan kısa sürede ulaştık. Konağın yerini sorduk. Konak, belediye parkının hemen bitişiğinde, arkasındaydı. Aracımızı belediye parkının kenarına park ettik. Parkı dolaşıp ara sokaktan az ilerlediğimizde bizi konağın kapısı karşıladı.  Mehmet Özbay konağı, Nazilli Arpaz kalesi gibi tarihi ve mimari özelliği olan bir konaktı. Konağın özel bir savunma kulesi, kuleyle günlük yaşam odaları arasında gizli bir geçit vardı.


Mehmet Özbay Konağı ve kulesi
Yazıkent/Bozdoğan



Konağın her tarafı dökülüyordu. Tam bir harabeye dönmüştü. Korka korka avluyu ve hayatı* dolaştık, odaları gezdik. Her girdiğimiz odadan bir yarasa, bizi hissedince bizi de korkutarak kaçıp uzaklaştı.

Mehmet Özbay konağı içi (Hayat*)

*hayat: İki katlı köy evlerinin ve konakların üst kattaki odalarının önünde, üstü ve yanları kapalı ancak önü açık, yazları yaşam alanı olarak kullanılan evin bir bölümü.

Yazıkent’te, belediye parkında birer çay içtikten sonra Bozdoğan’a gitmek üzere yola çıktık. Kısa sürede Bozdoğan’a ulaştık. Çarşıda durup esnafın birine Madran Korumaz Yaylasına nasıl gideceğimizi sorduk.
Neredeyse akşam oluyordu. Acele etmeli, hava kararmadan yaylaya ulaşmalıydık.

MADRAN KORUMAZ YAYLASI
Korumaz yaylası, Madran dağının birkaç yaylasından biriydi ve biz Madran yaylası derken aslında Korumaz yaylasından söz ediyorduk. Korumaz Yaylası, Denizli’de hakimlik yapan bir arkadaşımızın köylülerinin yazın çıktığı bir yaylaydı. Zamanımız uygun olursa yıllık izinde olan hakim beyle de buluşacaktık. Ancak telefonla yaptığımız görüşmelerden bunun gerçekleşmeyeceğini anladık.
Korumaz Yayla’sına yalnız çıkacaktık.
Bozdoğanlılar sıcakkanlı yardımsever insanlardı. Bize dillerinin döndüğünce yolu tarif ettiler. Hatta biraz beklersek bizi yaylaya bile götürebileceklerini söylediler. Biz kendilerine teşekkür ettik. O sırada eski model (siz antika deyin) bir traktörün sahibini işaret ederek, bu kişinin de yaylaya gideceğini, yolu ona da sorabileceğimiz söylediklerinde çok sevinmiştik. Traktör sahibini bulduk. Yolu tarif etti, hatta o da biraz beklersek beraber gidebileceğimiz bile söyledi. Biz ise tarif edilen yolu takip ederek yaylaya ulaşabileceğimizi düşündük ve hava kararmadan yaylaya varıp çadırımızı kurmak istedik.
Hemen bir marketten yiyecek içecek bir şeyler aldık. Kaldırımın bir kenarında manavlık yapan sıcakkanlı bir hanımefendiden domates biber vs. ile kamyonetin kasasında kavun satan birinden de orta boy bir kavun alarak traktörcünün tarif ettiği yoldan yaylaya doğru yola çıktık.  Akşam olmasına yarım saatten fazla vardı. Traktörcü yarım saate kalmaz yaylaya varırsınız demişti. Biz de zamanımızın yeteceğini düşünerek, kendimizden emin rahat bir şekilde tarif edilen yoldan yaylaya doğru yola çıktık.

      On dakika sonra şehir merkezinden ayrılmış, dağ yoluna girmiştik. Şehir ayaklarımızın altında kalmış, tek tük evlerin lambaları yanmaya başlamıştı. Karşımıza çıkan ilk yol ayrımında şaşırdık. Ne yöne gideceğimize karar veremedik. Allahtan çevredeki bir bağda, işlerini bitirmiş ve evlerine dönme hazırlığında olan birkaç kişiye rastladık ve yolu sorduk. Yine tarif edildiği şekilde yolumuza devam ettik. 


KAYBOLDUK

        
      Şehir artık görünmez olmuş; yol, bizi şehri göremeyeceğimiz bir noktaya götürmüştü. Bize yol tarif edenlerin referansları ile bizim aradığımız referanslar çok farklı olmalıydı ki, önümüze çıkan bir yol ayrımında yine şaşırmış kalmıştık. Epeyi beklememize rağmen yolu tarif edecek herhangi bir kimseye de rastlamadık. 
   Bu arada hava kararmış, arabamızın farlarının aydınlattığı ışıktan başka etrafta ışık da görünmüyordu. Elimizde GPS kayıtları da yoktu. Bu nedenle bulunduğumuz yeri de tahmin edemiyorduk. Biraz daha bekledikten sonra bize yol tarif edenlerin bilgilerini hatırlamaya çalışarak kafamıza yatan ilk yola girdik. 
     Etraf zifiri karanlık olmuş, köpeklerin ulumalarından başka ses duyulmuyordu.Yolda giderken arkamızdan bir motosikletli gelmeye başladı. Tam yol soracağımız bir adama rastladık derken, motosiklet sürücüsü korna çalmalarımıza aldırmadan düdüğünü birkaç kez öttürerek yanımızdan geçti gitti.Yapacak bir şey yoktu. Yolumuzun üzerine birisi çıkıncaya kadar ya da bir ışık görünceye kadar devam edecektik. Arabanın altına vuran taşların sesinden yolun da gittikçe bozulmaya başladığı anlaşılıyordu. Yaklaşık bir saat kadar bu şekilde yol aldıktan sonra karşımıza genişçe bir alan çıktı. Arabanın farlarının aydınlatmasıyla orman idaresinin yangın tehlikesine karşı yaptığı bir su havuzunu gördük. Su havuzunun etrafını dolaşarak bir tabela, bir yön levhası aradık ama bulamadık.

       Ben yavaş yavaş korkmaya, panik olmaya başlamıştım. Arkadaşım ise gayet sakindi. O, “arabada her şey var, en kötü ihtimalle burada çadırımızı kurar, yatarız” diyordu. Ben yine de bir ışık görebilir miyim, bir ses işitebilir miyim diye etrafa bakmaya devam ediyordum.

Biraz dikkatli bakınca beş altı yüz metre ötede zayıf bir ışık gördüm. Arkadaşıma gördüğüm ışığı gösterdim. Biraz moralimiz düzelir gibi oldu. Aradığımız yaylaya gelmiş de olabilirdik.  Işık, yaylada konaklayanların çadırlarından geliyor olabilirdi.
Arkadaşımla birlikte sırayla ışığa doğru avazımızın çıktığı kadar yüksek sesle bağırmaya başladık. Ancak sesimize cevap veren birkaç köpek havlamasından başka bir ses yoktu. Ben, ışığa doğru biraz yürüyeceğimi söyledim. Işığa doğru yürümeye başladığımda birden korkmaya başladım. Ya adam silahlıysa, korkup ateş ederse, ya da köpekler saldırırsa ne yapacaktım. Yanımda kendimi köpeklerin saldırısından koruyacak bir çakı bıçağı bile yoktu. Hoş olsa da bunun köpeğe karşı bir etkisinin olmayacağı açıktı.
Ben avazım çıktığı kadar “kimse yok mu” diye bağırarak ışığa doğru yaklaşmaya başladım. En büyük yoldaşım sesimdi. Hiç ara vermeden bağırıyordum. Sonunda karşımdaki zayıf ışık biraz daha kuvvetlenir gibi oldu, şöyle bir dalgalandı.  Ben yine var kuvvetimle bağırmaya başladım.  Işığın olduğu yerden ses gelmeye başladı, ancak sesin ne dediği anlaşılmıyordu. Muhtemelen karşımdaki de beni anlamıyordu.  Korka korka biraz daha ışığa doğru yaklaştım. Karşımdaki ses bu sefer biraz daha iyi duyuluyordu, ancak bana daha fazla yaklaşmamamı ikaz edince olduğum yerde kalakaldım. Bulunduğum noktadan Madran Korumaz yaylasına gideceğimizi, yolu kaybettiğimizi, bize yolu tarif etmesini zor da olsa anlatabildim.
Karşımdakinin de korktuğunu o zaman anladım.
Bütün ısrarlarıma rağmen bana doğru gelip yol tarif etmeye yanaşmadı. Bana karşıdan yol tarif etmeye çalıştı. Ancak karşıdan yol tarifini anlamak mümkün değildi.   “Anlamıyorum, yanına gelebilir miyim” dediğimde, her halde benim gerçekten yol sormak istediğime ikna olmuş olacak ki yanına yaklaşmama razı oldu. Tarif ettiği üzere çitlerden ve çağıllardan aşarak yanına vardım.  Çoban, elindeki zincirle köpeğini zor zapt ediyordu. Elindeki çifte av tüfeğini de görünce ne kadar büyük bir risk aldığımı o an daha iyi anladım. Ben yolumuzu kaybettiğimizi, Madran Korumaz yaylasına gideceğimizi,  yolda yanımızdan geçen bir motosikletliyle karşılaştığımızı, ancak onun da durmadan çekip gittiğini filan anlattım. Meğer az önce bizim yanımızdan geçip giden motosikletli bu çobanmış. Bizi, bir arkadaşlarına benzetmiş ve bizim kornamızı selamlaşma olarak algılayıp, o da düdükle selam verip geçmiş gitmiş.
Ben sohbeti biran önce sona erdirip yolu öğrenmek için tekrar yaylaya nasıl gideceğimizi sormak zorunda kaldım. Bana yolu tarif etti. Hem de birkaç kere. Ancak ben, yolu, arkadaşıma da tarif etmesini istiyordum. Arkadaşımın dağcılık deneyimi benden daha fazlaydı. Ancak çoban bu teklifimi hiç tereddüt etmeden reddetti. Bunu doğrudan değil de “abi ben sürüyü bırakamam, kusura bakmayın, tarif ettiğim yerden gidin siz, bulursunuz” diye geçiştirdi. Çobanın da hala bizden korkmaya devam ettiğini anladım. Yapacak bir şey yoktu. Geldiğim yoldan karanlığı yırtarak geri döndüm.
Arkadaşımı bıraktığım yerde, onu iki kişiyle konuşurken buldum. Aracımızın yanında bir de minibüs vardı. Selam verip sohbete kulak kabarttığımda bu kişilerin peynir ticareti yaptıklarını ve yaylalardan peynir süt, tereyağı topladıklarını anladım. Az sonra peynirciler de basıp gitti.  Yine yalnız kalmıştık. Onlardan da aldığımız tarif üzerine gerisin geri bu yola saptığımız yol ayrımına geri döndük. Yol ayrımına vardığımızda motosikletli yeni bir şahısla karşılaştık. Doğru yolda olup olmadığımızı teyit etmek üzere ona da yolu soralım dedik ama karşılaştığımız kişi sağır ve dilsizdi.  Cep telefonunun mesaj kısmına sorumuzu yazarak yolumuzu sorduk. Allah’tan okuması yazması vardı. Bize el hareketleriyle yolu tarif etti.  Ardından yere toprağa da bir kroki çizdi. Biz teşekkür ettikten sonra tekrar yola koyulduk.
Cep telefonunun saati bu sırada dokuz otuzu gösteriyordu.
Yolumuzu kaybetmemiz, çobanın yanımızdan basıp gitmesi, karanlığa kalmamız, sağır ve dilsiz biriyle karşılaşmamız… Bütün olumsuzluklar bizi buluyordu. Moralimiz iyice bozulmuş vaziyette tarif edilen yolda ilerlemeye başladık. Bir müddet gittikten sonra bize söylenmeyen bir kavşakla daha karşı karşıya kaldığımızda üzerimizde bir belanın dolaşmakta olduğu kanısına vardık. Yine ortada kalakalmıştık. Yapacak bir şey yoktu. Gideceğimiz yolu tamamen tesadüfe bırakarak, deyim yerindeyse yazı tura atarak belirleyecektik. Rastgele karar verdiğimiz yöne doğru ilerlemeye başladık. Karanlığı yararak, toprak orman yolunda ilerliyorduk. Biraz daha gidince bizi tek tük ışıklar karşılamaya başladı. Işıkları görünce biraz rahatladık.  Aracımızı bize en yakın ışığa doğru sürdük. Farların aydınlattığı yerde bir çadır vardı. Işık bu çadırdan geliyordu.
Çadır sakinleri ile aramızda az önce çobanla yaşadığımız bir güven problemi yaşayabiliriz diye düşünürken, çadırdan çıkan orta yaşlı bir beyefendi bu endişemizi boşa çıkardı. Bütün samimiyeti ve sıcakkanlılığı ile bize hoş geldiniz dedi.  Ardından merakla kim olduğumuzu, burada ne aradığımız filan sormaya başladığında, kendimizi, çadırda onunla sohbet ederken bulduk.
Bizi karşılayan beyefendi, bizi çadırında misafir etmek istedi. Ancak onun bu teklifini kabul etmedik. Kendisinden çadırlarımızı kurabileceğimiz bir yer göstermesini rica ettik ve gösterdiği yere doğru aracımızı yanaştırarak hemen çadırımızı kurmaya başladık.
İlk defa çadırda yatacaktım. İlk defa çadır kuruyordum. Arkadaşımı taklit ederek ve onun da yardımıyla çadırımı kurdum. Çadırları kurunca karnımızın da zil çaldığını fark ettik. Heyecandan, yolumuzu kaybetmiş olmanın sıkıntısından karnımızın açlığını filan unutmuştuk. Arkadaşım hemen portatif ocağını, tenceresini ve çaydanlığını çıkardı. Bozdoğan’dan aldığımız domates ve yumurtalarla güzel bir menemen yaptık. Birkaç dakika içinde menemenin yerinde yeller esiyordu. Tencereyi silip süpürmüştük. Karnımız doymuş, neşemiz yerine gelmişti. Biraz keyif çatabilirdik. Ocakta hemen sıcak su yaparak hazır kahvelerimizi de içtik. Arkadaşım hemen yatmak istedi. Ben böyle iyiyiz filan dediysem de ertesi gün Madran Baba türbesine, zirveye çıkacağımızı söyleyince ben de yatmak zorunda kaldım.  Bana verdiği uyku tulumunun içine girdiğimde kundaklanmış bebek gibiydim. Daha önce hiç uyku tulumunda yatmamıştım. Bana çok ilginç ve rahatsız edici geldi. Hele altımdaki küçük çakıl taşlarının vücuduma batacağını hiç tahmin etmemiştim. Arkadaşım, “nasılsın rahat mısın” filan diye soruyordu. Ben de bütün samimiyetimle, hiç de rahat olmadığımı söyledim. Nezaketen de olsa yalan söylemenin alemi yoktu. Rahatsızdım. Bunu da dile getirdim. O da “daha bu bir şey değil, çadırı kurduğumuz yer çok güzel, düz bir alan en azından” gibi bir şeyler söyledi. Anlattığına göre daha kötü yerlerde çadırlarını kurup uyumak zorunda kalmıştı.
Sağa sola dönerek uzun süre uyumaya çalıştım. Bir müddet sonra uyumuşum. Sabah yaylanın serin havasıyla erkenden gözümü açtım. Uyku tulumunun içinde şöyle bir kıpırdadığımda arkadaşımın “nasıl iyi uyudun mu” şeklindeki seslenmesiyle iyice uyandım. Çadırın fermuarını aralayıp dışarı baktığımda gördüğüm manzara harikaydı. Etraf çam ağaçlarıyla çevriliydi. Mis gibi yayla havasının serinliğini içime derin derin çektim. Bizim gibi, yaylanın sakinleri de uyanmış, çadırlarından çıkmıştı. Herkes elinde birer ibrik, tuvalet ihtiyacını gidermeye çalışıyordu. Bazıları da kahvaltı için çaydanlıklarına su doldurmak amacıyla meydandaki çeşmenin başına gelmişti.

Korumaz Yaylası/Madran dağı/Bozdoğan

Biz de tuvalete gidecektik, ancak her ailenin kendisine ait bezlerle etrafını örterek yaptığı derme çatma bir tuvaleti vardı. Dolayısıyla bizim tuvalet ihtiyacı kursağımızda kaldı. Tuvaletimizi tutarak hemen zirveye Madran Baba türbesine gitmek üzere toparlandık.
Çadır komşularımızdan türbeye giden yolu sorduk. Bu sefer yolumuzu kaybetmemek için yolu tekrar tekrar sorduk, ayrıntılı olarak öğrendik. 
Zirveye doğru yola çıktığımızda güneş etrafı yeni yeni ısıtmaya başlıyordu.
Zirve yolu ormanın içinden yükseliyordu. Çam ağaçlarının içinden, orman idaresinin açtığı yoldan ilerliyorduk. Yol çok tozluydu. Adeta tozun içinde gidiyorduk. Öyle ki aracın tekerlekleri toza batıyor, patinaj yapıyor, ilerlemiyordu. Böyle anlarda geri geri gidiyor, duruyor ve yeniden aracı belli bir hıza ulaştırıp kaptırarak tekrar deniyorduk. Belli bir yüksekliğe çıkınca çam popülasyonu ve tozlu yol bitmiş, ağaçsız, taşlık ve kayalık bir yol başlamıştı. Aracın altını birkaç kere kaya çıkıntılarına vurduk. Aracın altına vuran taşların çıkardığı her sesle birlikte “hay Allah” diyor, aracın zarar görmesinden duyduğumuz üzüntüyü dile getiriyorduk. Aracımız bir “offroad” aracı gibi, taşların ve kayaların üzerinden hoplaya zıplaya gidiyordu. Sonunda zirveye ulaşmıştık ama içimiz de dışımıza çıkmıştı. Zirveye ulaştığımızda Madran Baba türbesini ve türbenin etrafında geniş bir alanda toplanmış insanları gördük.


Tandır ve adaklıklar/Madran dağı Zirvesi/Bozdoğan



Madran Baba Türbesi/Madran Dağı zirvesi/Bozdoğan


Madran baba türbesinin olduğu alan genişçe bir düzlüktü. Bu düzlükte rüzgarın etkisiyle bazı kayalar yontulmuş ve peri bacaları gibi bir görünüme bürünmüştü. İlginç olan bu yontulmuş kayaların etrafına insanların yaptıkları taş yığınlarıydı. Taş yığınlarını, dileklerinin yerine getirilmesi amacıyla insanlar yapıyordu. Biz de bu taşları üst üste yığarak dileklerimizin yerine gelmesi için Tanrıya dua ettik.


Dilek taşları/Madran Dağı Zirvesi/Bozdoğan


Madran Baba türbesinde, aileler türbeye adadıkları adakları yerine getirmeye çalışıyordu. Tandırlar yakılmış, közlenmeye bırakılmıştı. Bir yandan da kesilen adaklıklar çengellere geçirilmiş, dinlenmeye alınmıştı. Biraz sonra kesilip dinlendirilmiş kuzular teker teker tandırlara bırakılacak ve bir kaç saat sonra iyice kızarmış bir şekilde sofralara getirilip hep birlikte paylaşılıp yenilecekti. Ne yazık ki biz etlerin pişmesini bekleyemedik. Vaktimiz kısıtlıydı. Bozdoğan’a geri dönecektik. Bir gün önce geç kaldığımız için şehir içinde gezip dolaşamamıştık.  Kentte görülecek ve fotoğrafı çekilecek bir sürü yer vardı. Ardından Kavaklıdere’ye (Muğla) uğrayacak, Kavaklıdere’nin ünlü bakır işlerini görecek ve Menteşe kasabasında bulunan Yerküpe mağarası  ile ünlü mesireliği gezecektik.
Zirveden inişimiz de çıktığımız gibi zor oldu. Çadırımızı kurduğumuz alana geri döndük. Orada, akşam bizi misafir eden güzel insanlara hoşça kalın dedikten sonra geldiğimiz yoldan Bozdoğan’a geri döndük.
Yolda Bozdoğan’ın kente yakın yayla evlerini gündüz gözüyle yeniden gördüğümüzde doğanın güzelliği karşısında şaşırdık.


Bozdoğan Yaylası


Bozdoğan’dan, Evliya Çelebi seyahatnamesinde  "BAZARYERİ" ismiyle Aydın'ın kazalarından biri olarak söz edildiğini öğrendim.  

Bozdoğan


Bozdoğan

 Bozdoğan, Osmanlı dönemindeki “Pazaryeri” isminden de anlaşılacağı gibi ticari yaşam bakımından bölgenin önemli bir merkezi olmaya   devam etmekteydi. Ayrıca  tarım ve hayvancılık ilçenin önemli geçim kaynaklarından biriydi.

Eski bir Rum evi/Bozdoğan


İlçeyi gezdiğimizde bazı sokaklarda eski yerleşim yerlerinin korunduğunu sevinerek izledik. Ancak mimari yapısından Rumlara ait olduğu anlaşılan bazı evler bakımsızlıktan neredeyse harabe haline dönmüştü.

Eski bir Rum evi/Bozdoğan

Bozdoğan, Madran dağından çıkan kaynak suyuyla  da ünlüydü.  Ayrıca Karacasu ve Yenipazar ile aralarında büyük bir rekabet olsa da Bozdoğan’ın pidesi de çok meşhurdu. Hatta Bozdoğan’a gidip de pide yemeden dönmek (bizim gibi) Bozdoğanlılar nezdinde affedilmeyecek bir eksiklikti. (Not: Biz Karacasu’yu tercih ettik.)


Bozdoğan

İlçede sevinerek gördüğümüz yerlerden biri de bir semerci dükkanıydı. Semercilik, yüklerin hayvanlarla taşındığı dönemlerde önemli bir zanaat dalıydı. Şimdi otomobil ve kamyonların çıkmasıyla birlikte semercilik de yok olmaya doğru giden bir uğraşı olmuştu.

Semerci dükkanı/Bozdoğan

MENTEŞE/KAVAKLIDERE
Bozdoğan’da göreceğimizi görmüş, ilginç bulduğumuz yerlerin fotoğraflarını çekmiştik.  Bozdoğandan sonra Muğla’ya bağlı Kavaklıdere ilçesine ve oraya yakın bir kasaba olan Menteşe kasabasına gidecek,  kasabada bulunan Yerküpe mağarasını gezecektik.


Menteşe Kasabası

Menteşe kasabası Kavaklıdere’ye bağlı şirin bir kasabaydı. (Menteşe kasabası, Muğla kent merkezindeki merkez ilçenin adı olan Menteşe ilçesi ile karıştırılmamalıdır. )

Yollar kesinlikle ayrı/Menteşe

Menteşe’ye vardığımızda bizi yukarıda gördüğünüz şirin bir yön tabelası karşıladı.  Yön tabelasının verdiği mesajın herkese ulaşması için fotoğrafladım.


Yerküpe Mağarası/Menteşe

Yerküpe mağarası, Menteşe belediyesinin çalışmaları sonucu ziyarete açılmış. Mağaranın girişi ve çıkışı arasında yaklaşık 100 m. bir mesafesi vardı ve sarkıt ve dikitlerden oluşmaktaydı.


Yerküpe Mağarası/Menteşe

Yerküpe Mağarası/Menteşe


Yerküpe mağarasının hemen üzerinde bulunan düzlük alan, piknik ve güreş alanı olarak düzenlenmiş. Her yıl haziran ayı sonunda burada yağlı güreş festivali düzenlendiğini öğrendik. O gün çevreden gelen çok sayıda ziyaretçi asırlık çınar ağaçlarının dibinde piknik yapıyordu.


Yerküpe Yaylası/Menteşe

Biz de hem mağarayı gezdik hem de asırlık çınar ağaçlarının gölgesinde biraz dinlendikten sonra Kavaklıdere’ye gitmek üzere yola çıktık.

Bakır İşlemeciliği/Kavaklıdere

          Kavaklıdere bakırcılık zanaatı çok yaygındı. Görüştüğümüz birkaç esnaftan Kavaklıdere’de bakırcılık mesleğinin çok eskilere dayandığını öğrendik.


Bakırcı ustası(Kavaklıdere


Ne yazık ki bakır işlemenin de her zanaat dalında olduğu gibi fabrikalaştığı bir çağda bu işten kazanılan parayla ev geçindirmenin gittikçe zorlaştığını bu nedenle mesleğe olan ilginin azaldığını söylediler. Mesleği sürdüren birkaç usta, meslekte yeni usta yetişmediğini üzülerek ifade etti.
Kavaklıdere’den sonra ilçeye yakın Gökçukur yaylasına gitmeyi planlamışsak da buna vaktimizin kalmadığını anladık. Bozdoğan üzerinden Nazilli’ye giderek oradan da Denizli’ye geri dönmeye karar verdik.
Ancak yolda sürprizlere her zaman hazırlıklı olmak gerekiyordu.  Cinsel sağlık konusunda bir fenomen olan Dr. Haydar Dümen’i çağrıştıran Haydere ve Dümen köylerinin tabelalarını görünce sizleri de biraz gülümsetmek amacıyla tabelaları fotoğrafladım.


İnsan yolda ne ile karşılaşacağını bilemiyor!

Haydare ve Dümen’den sonra Bozdoğan’a yaklaştığımızda bizi fıstık çamları karşıladı. Akşam gün batımında fıstık çamlarının dallarının arasından süzülen güneş ışıklarının oluşturduğu muhteşem manzarayı da kaçırmak istemedik.
Fıstık çamları

  Kavaklıdere’den Bozdoğan’a girişte belli bir yükseklikten Bozdoğan’ın kent manzarasının güzelliği karşısında durduk ve birkaç kare daha resim çektik.

Bozdoğan'a son bir bakış


Güneşin batmasına az bir zaman kala Bozdoğan’ı arkamızda bırakmış, Nazilli’ye doğru yola çıkmıştık.  Gezi programımız bitmiş, Denizli’ye dönme zamanı gelmişti.
Nazilli’ye ulaşıp, yönümüzü Denizli’ye çevirdiğimizde sanki otomobilimiz de Denizli’ye döneceğimizi anlamış olmalı ki hiç itiraz etmedi.  Direksiyonu bile çevirmemize gerek bırakmadan bizi Denizli’ye ulaştırdı. Yorulmuş muyduk?  Bunun cevabı kesinlikle hayırdı.
Yeni gezilere yeni yürüyüşlere yelken açmak hayaliyle evimizin sıcak atmosferi içinde kendimizi gecenin sahibine bıraktık.
Yeni bir gezi yazısında buluşmak ümidiyle
HOŞÇA KALIN





MESERRET MART 2021

     Bu sayıda Özay Gönlüm'ün bilinmeyen yönleriyle yaşam öyküsünü ve kendisiyle özdeşleşmiş Umman Nine'nin mektuplarından birini ok...