21 Mayıs 2012 Pazartesi


CUMHURİYET HALK PARTİLİ ARKADAŞLARIMA
AÇIK MEKTUP
Çok değerli partili arkadaşım,
1970’li yılların ikinci yarısında genç bir sağlık memuru olarak Tüs-Der ile başladığım yarı aktif siyasi yaşama 1991 yılında Ankara Hukuk Fakültesi'ni bitirip Denizli'de serbest avukat olarak çalışmaya başlamamla birlikte Sayın Av. Kazım Arslan’ın il başkanlığı döneminde aktif olarak devam etmek istedim. Ancak o zamanlar CHP’nin içinde bulunduğu bilinen bazı nedenlerle partiden uzakta kalmayı tercih ettim. Şimdi geriye dönüp baktığımda bu davranışımın doğru olmadığını bir özeleştiri olarak söylemeliyim. CHP, terk edip gidilecek kimsenin malı bir parti değildi. Değildir ve olmayacak.
Bu nedenlerle ve parti genel başkanlığına Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’nun seçilmesi, ayrıca ülkenin de içinde bulunduğu siyasi ortamın gittikçe kaotik bir durum alması gibi sebeplerle uzunca bir süre ayrı kaldığım partime, kişisel destek vermek amacıyla yakın geçmişte yeniden kayıt oldum.
Destek vermenin, sadece partiye kayıt olmaktan ibaret olmadığının bilinciyle Denizli ilçe kongrelerinin çoğuna katılarak başta parti teşkilat yöneticileri, milletvekilleri, belediye başkanları, belediye meclis üyeleri ve il genel meclisi üyeleri olmak üzere tüm parti üyesi arkadaşları tanımaya çalıştım ve çoğunu tanıma fırsatı elde ettim.
Yine aynı bilinçle gerek çevremdeki, gerekse sosyal paylaşım sitelerindeki partim aleyhine bilinçli bilinçsiz saldırıları göğüslemeye, partinin politikalarını anlatmaya çalıştım.
Yine karınca kararınca da olsa partinin seçmenler nezdinde daha tercih edilebilir olması amacıyla fikirler, projeler üretmeye çalışıyorum. Düşündüklerimi de yine her platformda dillendiriyorum.
Bu anlamda fikir- proje bazında düşündüğüm bazı konuları çek değerli CHP’li arkadaşlarımla da paylaşma ihtiyacı duydum.
Bu düşüncelerimi de bu kapsamda dillendiriyorum. Kalıcı olması ve ilgi duyan partili partisiz  tüm arkadaşlarım tarafından okunup değerlendirilebilmesi için blogumda da yayınlamayı uygun gördüm.
Değerli arkadaşım,
Son zamanlarda dillendirilen “siyasette ön alma” diye bir kavram gelişti. Bu kavram aslında yeni değildi. “Gündem belirleme” kavramının başka bir anlatımıydı. CHP’nin, genel merkez düzeyinde olsun, Denizli düzeyinde olsun gündem belirleyecek bir politika izleyemediğini ne yazık ki söylemek zorundayız. Bunu pek çok partili arkadaşım da bir özeleştiri olarak ifade etmektedir.
Siyasette gündem belirlemenin neden önemli olduğunu söylemeye bile gerek yoktur. Gündem belirlemek,  ön almak, seçmenin taleplerine diğer partilerden daha önce davranıp, onları sahiplenip, çözümler üretmek demektir. Bu sayede parti, seçmende olumlu bir algı yaratır ve sorunlarına CHP’nin çözüm bulabileceği inancını yerleştirir. Bunun sonucunun da oy ve iktidar olduğunu söylemeye bile gerek yoktur.
Peki yerel ve genel siyasette nasıl gündem yaratılıp ön alınabilecektir.
İşin püf noktası da işte tam burasıdır. Siyasette nasıl ön alınabilecektir.
Şimdiye kadar görüştüğüm partili arkadaşlarımda bir olumlu, diğeri olumsuz iki düşüncenin hakim olduğunu gözlemledim.
Önce olumsuz olanı söylemek istiyorum.
Olumsuz bakan arkadaşlarıma göre rahmetli Aziz Nesin’in deyimiyle zaten bu milletin %60’ı aptaldır. Bunlarla bir yere varılmaz. Bir çuval kömüre, bir erzak torbasına oylarını satar. AKP’de bu sayede iktidar olmuştur.
Bu gruptaki arkadaşlar gibi düşündüğümüzde son genel seçimlerde aldığımız %26 oy oranını %27,28,30….40 ve 50’lere taşımak ve iktidar olabilmek için yurt dışından örneğin Alman Sosyal Demokratların oylarını ithal etmemiz gerekecektir. Bu da elbette mümkün değildir.
Olumlu bakan arkadaşlara göre ise seçmene “dokunmak” gerekmektedir. Aynı AKP’nin yaptığı gibi kapı kapı, ev ev gezilerek; bilhassa bayan partililerin, hanım seçmenlerle temas kurarak partinin politikalarını anlatması sayesinde partinin oyları artırılabilecektir.
Ben ikinci gruptaki olumlu bakan arkadaşlar gibi düşünüyorum. Evet,  seçmenlere “dokunmak” gerekmektedir.
Ama nasıl?
Değerli arkadaşım,
Öncelikle dokunacağız kişiyi onore etmeniz gerekmektedir.
Oylarını bir çuval kömüre, bir erzak torbasına değişenleri kınamamak, onları aşağılamamak gerekmektedir. Az önce söylediğim oy oranımızı %26’dan yukarılara taşıyabilmek, Alman Sosyal Demokrat seçmenlerin oylarıyla değil,  kınadığımız, aşağıladığımız bu özbeöz bizim olan seçmenlerin oylarıyla olabileceği gerçeğini görmemiz ve öncelikle bu aşağılayıcı söylemden derhal ama derhal vazgeçmemiz gerekmektedir.
“Onur”  kişiliğin en önemli unsurudur. Kanunlarla korunduğu gibi kişiler de bu konuda çok hassastır. Onur nedeniyle bilinçli/bilinçsiz ne canlara kıyıldığı, ne canların kendine kıydığı hepimizin bilgisi dahilindedir.
Fakir yurttaşlarımızın aldığı bir çuval kömürün, bir torba erzağın nasıl bir fakirlik içinde, (istisnalar dışında) nasıl bir zorunlulukla alındığını hepimiz biliyoruz. Ayrıca bu yardımların AKP tarafından değil, devlet kaynaklarından yapıldığını da biliyoruz.  AKP’nin bu olayı istismar ederek kendine çıkar elde etmesi başka bir şey, bu vatandaşlarımıza olumsuz gözle bakmak başka bir şeydir. İkisi karıştırılmamalıdır.
Bu konuyu çok önemsediğim için tekrarla vurgulamak isterim:
“Oylarını bir çuval kömüre, bir erzak torbasına değişenleri kınamamak, onları aşağılamamak gerekmektedir. Bazı arkadaşlarımızın bu söylemlerinden derhal vazgeçmeleri sağlanmalıdır.”
Değerli arkadaşım,
Bu genel yaklaşımdan sonra “insanlara dokunmanın” birkaç yönteminden bahsetmek istiyorum. İnsanlara dokunabilmek için “bir şey”in “vesile” olması gerekmektedir. Öyle boş boş, bir bahane olmadan, bir şeyi vesile kılmadan insanlarla temas kuramazsınız.
İnsanlarla temas kurmanın en önemli ve başta geleni “selamlaşmaktır” Bir “günaydın”, bir “hayırlı işler”, bir “hayırlı cumalar” gibi selamlaşmaların ardından kapı “azıcık” aralanır. Bu “azıcık” aralama ile insanlarla tanışılır. Kapıdan girmek, kapıyı ardına kadar açmak ise bir sonraki adımdır.
“Azıcık” aralanan kapıyı açmak için tanışılan kişi ile ortak noktaların yakalanması gerekir. Ortak noktalar bulunamazsa tanışmanızı daha ileriye taşıyamazsınız. İşin en önemli kısmı da ortak nokta bulmak ve bu sayede açılan kapıdan içeri girip parti politikalarını anlatabilmektir.
Çok önem verdiğim “ortak noktanın” bulunması konusunda çok çarpıcı bir örnek vermek istiyorum.
Geçtiğimiz 14 Nisanda başlayan ve vatandaşlarımızın büyük çoğunluğunu oluşturan Müslümanların çoğu tarafından kutlanan kutlu doğum haftasında CHP olarak bir etkinlikte bulunduk mu? Hayır. Bulunmalı mıydık? Evet. Bu haftada, peygamberimiz Hz Muhammed’in “insan hakları” gibi, “kadına verdiği değer” gibi CHP’nin ilkeleriyle bağdaşabilen bazı hadislerini öne çıkararak:
“ Cumhuriyet Halk Partisi’nin kişilerin dinleriyle uğraşmadığını, din temelli bir siyaset yapmadığını, toplumda var olan her dinden, her inançtan, her mezhepten -isterse bir kişi bile olsa-  inananların inançlarını en iyi bir şekilde yerine getirebilmelerini sağlamanın devletin ödevi olacağını, CHP iktidarında bu konuda her türlü tedbirin alınacağını”
ifade eden ve bunları okuyanları sıkmadan, ana başlıklar halinde ve çarpıcı bir şekilde, en fazla bir sayfaya sığacak büyüklükte ve  “bir gül” eşliğinde, CHP Denizli teşkilatı, oluşturacağı ekiplerle ev ev, dükkan dükkan dağıtsa, hatta Bayramyeri’ne bu iş için bir stand açsa çok iyi olurdu.
Bir örnek daha vermek istiyorum.
4+4+4 yasasının tartışıldığı günlerde, CHP’nin bu tasarıya neden karşı çıktığını anlatan; ama bunun yanında CHP’nin eğitim politikasını da ana başlıklar halinde çarpıcı ifadelerle izah eden bir dosya kağıdı büyüklüğündeki bir broşürün yine parti görevlilerince “bir kurşun kalem” eşliğinde dükkan dükkan gezilerek dağıtılması da insanlara dokunmanın bir yöntemi olabilirdi. Ve inanıyorum, o günlerde bazı gruplarla Belediyenin önünden Bayramyerine kadar yapılan yürüyüşten daha etkili ve kalıcı olurdu.
Yani:
İnsanlara dokunmanın, böyle olayları, günleri vesile kılarak, öne çıkararak mümkün olabileceğini düşünüyorum.
Bu kapsamda sayılamayacak kadar olay, sorun, talep ülkemizde mevcuttur. Önemli olan bu olaylara, halkın taleplerine, uygun yer ve zamanda diğer partilerden önce davranarak tercüman olabilmek, onları sahiplenebilmektir.
Ayrıca CHP’yi temsil eden arkadaşlarımızın, işinden, davranışına, giyiminden yiyip içmesine kadar her alanda topluma örnek olması gereklidir.
Ancak bu davranış biçimi seçkinci bir şekle de bürünmemelidir. 
Tüm partili arkadaşlarıma başarı dileklerimle selam ve saygılar sunuyorum.
Avukat
Yakup PEKEL                                 

7 Mayıs 2012 Pazartesi


DENİZ GEZMİŞ'İN İDAM OYLAMASINA TÜRKEŞ KATILMADI
Sayın Akyol,
Bir avukat meslektaşınız olarak yazılarınızı -fikirlerinizin çoğuna katılmasam da- ilgiyle takip edenlerdenim. Sayın Can Dündar'ın bugün CNN Türk'teki Medya Mahallesindeki röportajı sırasında söz konusu edilen Turgut Özal'ın Ahmet Kabaklı'ya yazdığı ve sayın Kabaklı'nın da köşesinde yayınladığı mektupta  "idamların yapılması" gerektiği yönündeki düşüncelerini acıyla dinledim. Sayın Kabaklı bu mektubu yayınlamakla zamanında o da zımnen bu fikre katılmış diye düşünüyorum. Bu gün gelinen noktada siyaseten idamların yapılmaması gerektiği konusunu söylüyorsunuz. Çok da iyi bir fikir ileri sürüyorsunuz.  Ancak yazınızın sonundaki  " emperyalizme karşı durmak, dünyaya kapanmaktır"  anlamındaki  ifadenize katılmak mümkün değildir. Geçmişte "Küre" için canını ortaya koyanlar emperyalizme karşı duranlardı. Küre'ye karşı durmak dünyaya  kapanmak şeklinde algılanmamalıdır. karşılıklı çıkarlara dayalı, onurlu bir dış politika elbette dünyaya kapanmak değildir. Bu gün geldiğimiz nokta da bunu söyleyebiliyor muyuz. Irak'ta ve Suriye'de mezhep temelli  ilişkileri "insan hakları ihlali" kılıfı içinde önümüze dış politika diye koyan bir siyasi iktidar var. İnsan hakları ihlallerini elbette önlemeye yönelik bir siyasetimiz olacaktır. Olmalıdır da. Ancak bu gerçekten insan hakkı ihlaline dayanmalıdır. Sonuç olarak bu gün acıyla andığımız o çocukların da dünyaya kapanmak gibi bir dertleri yoktu. Anti emperyalist onurlu bir dış politika istemek ve bunu aktif belki biraz da sert bir şekilde eylemleriyle  ileri sürmek, dünyanın hiç bir demokratik ülkesinde suç olmasa gerektir.  Dünyaya açık olmak başka bir şey, emperyalizme karşı durmak başka bir şeydir, diye düşünüyorum. Bu gün "küre" yine gündemdedir. Küre'ye Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin milletvekilleri, genelkurmay başkanları girememektedir.  Bundan daha somut bir emperyalist örnek olabilir mi? Yukarıda yazının konusuyla ilk bakışta ilgisizmiş gibi görünen sayın Özal'dan bahsetmemin nedeni de onun da nasıl bu oyunun içinde yer aldığını anlatabilmek içindi. Sayın Özal'ın da çalıştığı Dünya Bankası'ndaki emperyalistlerin görüşlerine uygun bir şekilde, görevini yazdığı mektupla layıkıyla yerine getirdiğini düşünüyorum.
saygılarımla.

 
Değerli okuyucularım, size yukarıdaki eleştirime karşılık olarak sayın Taha Akyol'un  cevabi mail'ini de burada yayınlama ihtiyacı hissettim. Takdirlerinize sunuyorum.

Sayın Pekel,
İlgi ve nezaketenize tesekkur ederim. Meslektas (avukat) olmaniz benim açımdan bilhassa değerli. Fakat farkli düşünüyorum. Dünya Bankasına neden  ve hangi işlevleri sebebiyle “emperyalist” dediginizi anlayamadım. Sorun, “empheryalizm” kelimesine verilen anlamların farklı olmasında…
Bir ülkede bankalar “sömürü” makinaları ise, uluslararı finanz kurumları da öyle… Dinamik iktisadi hayat bir ülkede finans kurumlarını gerektiriyorsa, uluslararasi ekonomik ilişkiler niye gerektirmesin. Bunların kusurlarını eleştirmek başka, emperyalist saymak baska…
Bakış açınız sizin, “Özal emperyalistlerin görüşüne uygun şekilde Gezmiş’in idamını istedi” hükmüne götürüyor. Özal’ın idamı istemesi o zamanki siyasi kültürün bir ifadesidir, Deniz’in silahlı örgüt kurup silahlı eylemler yapması da o zaman solun bir kesimindeki kültürün ifadesi idi.
Bu konular nihayet değer yargılarıyla ilgidir, tartışmaya ortak görüşe varılamaz, ben böyle, söz öyle düşünüyorsunuz, fikirlerin çeşitlenerek zenginleşmesi de böyle olur kanaatindeyim.
Saygilarımla
Taha Akyol

Bu cevaba karşı düşüncelerim:
Deniz'in her türlü görüş ve eylemlerine katılmam mümkün değil elbette. Silahlı propoganda yöntemi ile Marksist Leninist bir toplumal düzen kurma fikrine ben de katılmıyorum. Ayrıca emperyalizme karşı  koymak; siyaset ve ekonomide devletlerin karşılıklı çıkarlara dayalı işbirliklerine karşı koymak değildir. Dünya Bankası ve IMF gibi uluslarası finans kuruluşları için de aynı ilke geçerlidir. Önemli olan IMF'e muhtaç olmayacak politikalar izleyebilmektir. Bu anlamda IMF gibi Dünya Bankası'nın da emperyalist emeller besleyenler için hem sembolik hem de fonksiyonel araç işlevi gördüğü açıkça bellidir. YP

1 Mart 2012 Perşembe

EĞİTİMDE 4+4+4 SİSTEMİ VE BİR ÖNERİ

4+4+4  önerisi gündemde değilken, imam hatip liseleri dahil lise dengi tüm meslek liseleri kapatılsın, binaları, atelyeleri, laboratuarları ve personeli ile üniversitelere devredilsin ve meslek yüksek okulu statüsünde eğitim hizmeti vermeye devam etsinler anlamında Facebook'da bir tartışma açmıştım. Ancak tartışmaya Hukuk Fakültesi öğrencisi yeğenimin dışında kimse katılmamış, herhangi bir öneri getirilmemişti.
Bu tartışmayı açarken, meslek lisesinde okuyan öğrencilerin zorluklarına dikkat çekmek istemiştim. Zamanın üniversiteye giriş sisteminde meslek lisesi öğrencilerinin orta öğretim başarı  katsayısı daha düşük tutularak, lise mezunu çocuklar ile  aynı sayıda soru cevaplasalar bile puanlarının düşmesi ve istedikleri üniversiteye girmelerinin engellenmesi zorluklardan birisiydi.
İkinci zorluk ise meslek liselerinin müfredatından kaynaklanmaktaydı. Üniversiteye girişte sorulan soruların hemen hepsi  düz lise müfredatına göre düzenleniyordu.  Meslek liselerinde üstünkörü okutulan bu derslerden edindikleri bilgi ile çocukların üniversite sınavında başarılı olmaları katsayı ile birlikte düşünüldüğünde mucize gibiydi. Meslek lisesinden mezun çocuklardan bazıları bu mucizeyi gerçekleştirebilirken  çoğunun içinde üniversite eğitimi bir ukde olarak kalmış bir vaziyette kaderlerine küskün çalışma hayatına atılıyordu.
Şimdi çocuğu meslek lisesinde okumaya yönlendiren  nedir diye düşündüğümde, bu seçimde çocuğun katkısının, isteğinin, iradesinin hiç denecek kadar az olduğunu görüyorum.  Meslek lisesi, düz lise seçiminde ailenin yönlendirmesi birinci derecede etkili olmaktadır. Bu seçimde ailenin ekonomik durumu, eğitim düzeyi, sosyal statüsü ve dini eğilimleri etkili olabilmektedir. Bunlara az da olsa "bari bir meslek sahibi olsun" düşüncesine yol açan  çocuğun başarı durumunun düşük olması da gösterilebilir.
Eğitimin, eğitimli insan gücünün toplumların her konuda gelişmişlik düzeylerini belirleyen etmenlerin başında geldiği tartışmasızdır. Eğitimli insan gücünden ise kastedilen bir meslek sahibi olan insandır. İnsanların ihtiyaçlarının sınırsız olduğu ekonomik bir gerçeklik ise gittikçe artan bu ihtiyaçların karşılanması için eğitimin kalite ve seviyesinin zaman içinde devamlı yükseltilmesi zorunludur.
Bu nasıl sağlanacaktır. Yazımın girişinde ipuçlarını verdiğim bir eğitim sisteminde bu gerçekleştirilebilir diye düşünüyorum.
AKP iktidarı katsayı konusunda önemli bir adım atmış, muhalefetten de şu anda ciddi bir tepki gelmemiştir. Yani katsayı eşitsizliği giderilmiş gibidir. Ancak müfredatın getirdiği eşitsizlik nasıl giderilecektir. Önerim işte tam bu noktadadır. Lise dengi seviyesinde tüm meslek liseleri kapatılır, çocukların tümü düz liselere yönlendirilir ve üniversite sınavı önünde hepsi eşit koşullarda düz lise mezunu olarak sınava sokulursa bu eşitsizlik de giderilmiş olur.
Üniversite sınavında başarı durumlarına göre öğrenciler üniversitelerin lisans ve ön lisans programları ile meslek yüksek okullarına yerleştirilir. Böylece başarılı olan lisans seviyesinde, daha az başarılı olan ise meslek yüksek okulu seviyesinde meslek sahibi olur.
Önerdiğim sisteme getirilen eleştirilerden biri,  ağaç yaşken eğilir gibi öğrencilerin belli bir yaştan sonra üniversite eğitimi ile iyi bir meslek sahibi olamayacakları yönündedir.   Bu eleştiri en zor mesleklerden birisi olan cerrahlığın kaç yaşında edinildiği düşünülürse hiç haklı değildir.
Öğrenciler, değişik nedenlerle  ilköğretimden sonra liseye gitmek istemeyebilirler. Ayrıca meslek yüksek okulunda ve  lisans eğitiminde başarısız olan  veya bazı nedenlerle okullarını bırakmak isteyen öğrenciler de olabilir. Bunları  yani sistemin dışına çıkanları da arkadan toplayacak açık liseler ile çıraklık ve mesleki eğitim liseleri sisteme entegre edilecektir. (Bu sistem zaten şu anda mevcuttur, daha da geliştirilebilir.)
Önerdiğim sistemde  lise seviyesine kadar çocuklara temel eğitim verilmeli, meslek seçiminde yönlendirme zorunlu olmayacak bir şekilde lisenin son yıllarında olmalıdır.  Çocuğun meslek seçiminde daha etkili ve bilinçli bir irade sergileyebilmesi için  belli bir olgunluğa erişmesi kaçınılmazdır. Bu da kanaatime göre 17-18 yaşdır.
AKP iktidarı 28 Şubatın rövanşını alma yaklaşımıyla  eğitim sistemini dizayn etmeye kalkmaktadır. Ancak bu tür bir girişim din eğitiminde de bekleneni vermeyecektir. Yukarıda belirttiğim gibi imamlarımız meslek yüksek okulu veya ilahiyat fakültesi mezunu olsa  daha iyi olmaz mı?
Özel yetenek isteyen bazı sanatsal dallar olabilir. Örneğin spor gibi, müzik gibi. Hafızlık da bunlara dahil edilebilir. Bu dallara eğilimi ve yeteneği olan çocuklar istemeleri halinde konservatuar ve spor okullarına, temel eğitimlerini aksatmamak şartıyla gönderilebilir. Bir hafızın konservatuar mezunu olması kötü bir şey midir? Bence iyi olur.
Özetle ifade etmek gerekirse, bilimsel yaklaşımlardan uzak, bir devrin rövanşını almak adına düzenlenen bu öneriden vazgeçilmeli ve  eğitimde de bilim ne diyorsa o uygulanmalıdır.

29 Ocak 2012 Pazar

ÜSLUP

Değerli arkadaşlar, bazen Face’de beğenmediğimiz kişi, kurum ve kuruluşlara çok ağır eleştirilerde bulunuyoruz. Bazen üslubumuzu çok zorluyoruz. Sövgüye ve hakarete varan kelimeler kullanıyoruz. Şahsen ben, bu yazılıp çizilenlerden rahatsızlık duyuyorum.  Bundan birkaç gün önce Face’de karşılaştığım bu konuyla ilgili bir olay karşısında girdiğim polemiği faydalı olacağı inancıyla grupta paylaşmak istedim.

Yazılanların bazı yerleri biplenmiştir.

----“Bunlar ……...…dir. İçimize sızmış ve de bugünkü iktidarın yandaşlarıdır. İyi tanıyın ve tanıtın arkadaşlar...
Bu …………...….’in, duygu ve düşüncelerini videoda net görebiliyorsunuz işte ...……….’nin gerçek yüzünü lütfen çevrenizdeki ……………..……’la paylaşınız Kimin ne olduğunu herkes bilmeli, maskelerini düşürmeliyiz.”

“Arkadaşım size yazıp yazmamayı çok düşündüm. Ancak profil resminden yola çıkarak ve beni anlayacağını düşünerek yazmak ihtiyacı hissettim. Hepimizin içinde bazen fırtınalar kopuyor. Biliyorum. Ancak bu tür bir üslupla da bir yere varılamayacağını düşünüyorum. Rahmetli Mumcu'nun dediği gibi.

“Nasıl bir üslup kullanmam konusunda da görüşünüzü belirtirseniz örnekleme yaparak memnun olurum.

“Nagehan ve Nagehan gibilerini elbette tanıtacağız ve kınayacağız. Ancak, iktidara oy verenleri de iyi analiz edeceğiz. Nerde hata yapıyoruz diyeceğiz. Hatalarımızı en kısa zamanda telafi etmenin yollarını arayacağız.

“Güzelde kardeşim adamlar gözü kapalı gidiyor arka sıra intihara atlıyorlar. Bunlar afyon yutmuş gibiler. Anlatamıyorsun. Başlarındaki kişi ötekileştirmek için elinden geleni yapıyor, bundan da puan topluyor. Bu adamlar Türk milletinin ayrışmasından yana olamazlar. Ama başları ne derse doğru diğerleri şarlatan olarak bakıyorlar. Saygılar.”

“Yılgınlık yok. İktidarın yolu oydan geçiyor. O dediğiniz insanları kazanma yolunda sabırla, inatla mücadeleye devam. Mücadeleyi biraz açmak istiyorum. Laiklik, cumhuriyet, demokrasi, insan hakları... Bunlar hava gibidir. Biliyorsunuz hava olmazsa yaşam olmaz. Ancak havayı nasıl günlük yaşamımızda hissetmiyorsak, bunları da var olduğu sürece sosyal yaşamda hissetmeyiz. İnsanların günlük yaşamda hissettiği ihtiyaçları iştir, aştır ve bunun gibi ihtiyaçlardır. Mücadeleye, insanların günlük ihtiyaçlarının nasıl karşılanacağına ilişkin daha iyi politikalar üretmekle başlamak gerekir. Bu sağlandığı takdirde insanlar size oy verir. Siz iktidar olursunuz ve demokrasiyi, cumhuriyeti katletmeyi amaç edinmişleri böylece ekarte etmiş olursunuz. Dolaylı yönden yani. Yoksa istediğimiz kadar bu konuları dillendirelim, proje üretip vatandaşın derdine derman olamadıktan sonra mücadeleyi kaybederiz diye düşünüyorum. Örneğin MEB'de bu sıralar oldukça radikal değişiklikler yapılıyor. Face'de siz de takip etmişinizdir. Bağırıp çağırmaktan başka kim ne dedi. Ne önerdi. Daha doğrusu CHP ne dedi. Ne önerdi. Ben CHP'den, eğitimci milletvekillerinin de katıldığı (eski-yeni) uzmanlar ile birlikte partinin eğitim politikasının ne olduğunu açıklamasını beklerdim. Siz CHP'nin eğitim politikasını biliyor musunuz? Şahsen ben bilmiyorum. Kardeşim programda yazıyor diyebilirsin. Biliyorum programda yazıyor da bundan kimin haberi var? Ben sayın genel başkandan böyle çıkışlar bekliyorum. Örnekse işte örnek, işte proje. Bunun gibi yüzlercesini sayabilirim. CHP'ye ve genel başkana hem sahip çıkacağız, hem de yapıcı eleştirilerimizi ortaya koyacağız.

“Bu düşüncelerinizin altına imzamı atıyorum... CHP ile ilgili görüşlerinizi bundan önceki milletvekillerine söylediğimde bana aynen dediğin yanıtı verdiler. Ben her gün gazete okuyan arada kitapta okurum ama bilmiyorum halk nerden bilecek dediğimde sen MHP’ li misin dediler ki çok üzüldüm. Evet, yılmak yok ama ben kendi çapımda çabalarken nimetlerinden yararlanan beyler sadece bana sana ya da zaten kendilerinden olanlara ahkam kesiyorlar. Halkın arasına çıkıp anlatmıyor. Bak bugün sayfamda yazdım ekmekle ilgili soba kovası ile ilgili aldatmacaları kim seslendiriyor. Seslendiren olmayınca iktidarda istediği gibi at oynatıyor. Evet, iş aş çok önemli bunların dillendirilmesi lazım.”

MESERRET MART 2021

     Bu sayıda Özay Gönlüm'ün bilinmeyen yönleriyle yaşam öyküsünü ve kendisiyle özdeşleşmiş Umman Nine'nin mektuplarından birini ok...