BİLGİ
TOPLUMU MU,
YOKSA
“
BAŞKA BİR ŞEY” TOPLUMU MU?
ÖZET:
Bu makalede çağımız toplumuna ad olarak sıkça kullanılan "bilgi toplumu" kavramının yanlışlığını, bilgi ve toplumsal yapıyı, ihtiyaçları ve üretim ilişkisini, bu arada "artı değer" kavramını yeniden değerlendirdim.
GİRİŞ:
Son yıllarda “bilgi toplumu” diye bir
kavram çok konuşulur oldu. Nedir bilgi toplumu? Yeni bir şey mi? Yoksa “yeni
bir şey” diye mi öne çıkarılıyor ve öyle algılıyoruz.
Evet. Son yıllarda çokça konuşulan
bilgi toplumu kavramı “yeni bir şey” diye önümüze konuyor ve öyle bilmemiz
isteniyor.
Yani, günümüzde dijitalleşmeyi, internetin hayatımıza girmesini,
otomasyonu, sensörlerle bazı eşyaları ve makineleri kontrol edebilmemizi ve
bunun gibi birçok şeyi yapabilmeyi beceren toplumlara genel olarak “bilgi
toplumu” adı verilmektedir.
Bilgi toplumu kavramı, işaret ettiği
toplumun niteliğini tam olarak tarif ediyor mu?
Bunun cevabını toplumda üretim
biçiminin değiştiği her dönemeçte bilginin üretim sürecindeki yerini belirleyerek
vermek en doğrusu olacaktır, diye düşünüyorum.
Bundan daha önce “bilgi” kelimesinin
tanımına bir göz atalım.
BİLGİ NEDİR?
Bilgi insanın yaratılış anından itibaren
insanın bilincinde yer eden, insanın bedenine ve dış dünyasına ait her şeydir.
Yani bilgi insanla vardır. Hayvanlarda
ve bitkilerde bilginin şimdilik olmadığını varsayıyoruz. Ya da çok sığ bir
bilgiye sahiptir demekle yetinelim ve bunun ayrıntılı cevabını bilim adamlarına
bırakalım. Biz burada entelektüel düzeyde bir tartışma yapıyoruz.
Anlattıklarımız bu yönden değerlendirilmelidir.
Bilinç nedir? Bilinç, bilme eylemidir.
Organlarımızla aldığımız her türlü duyuya bilerek tepki verme bilinçtir.
Yaratılışı, ister Adem’in yaratılışına
ya da insansı canlının oluşmasından başlatalım. Hangi zaman diliminden
başlatırsak başlatalım insan yaratılışından (oluşumundan) itibaren bilinçli bir
varlıktır. İnsanın ilk yaratılışı ve
evrimi konusunda bazı teoriler vardır. Biz bilginin kısmen bu teorilerden faydalanarak
yaratılıştan (ya da oluşmadan), ama daha iyi anlaşılabilmesi için insanın anne
karnına düşmesinden ve doğmasından itibaren insanda nasıl oluştuğunu anlamaya
çalışacağız.
Türk Dil Kurumuna göre “bilgi” insan aklının erebileceği olgu, gerçek ve ilkelerin
bütünü, bili, malumat olarak tarif edilmiştir.
Ya da öğrenme,
araştırma veya gözlem yolu ile elde edilen gerçek, malumat, vukuf;
Ya da insan
zekâsının çalışması sonucu ortaya çıkan düşünce ürünü, malumat, vukuf.
Ya da ilk sezi durumunda zihnin kavradığı
temel düşünceler.
Ya da
kişinin veriye yönelttiği anlam olarak anlamlandırılmıştır.
Yani kısaca bilgi her
şeydir. Başka bir deyişle bedende ve insanın dışında yani dış dünyada var olan
varlık ve meydana gelen olayların insan beyninde meydana getirdiği
değişikliktir.
Beyinde oluşan
bu değişiklikler, değişikliği meydana getiren varlık ve olaylar, benzer ve
benzemeyen özelliklerine göre beyinde sınıflandırılır ve depolanır. İnsan beyni
depoladığı bu bilgilere ölünceye kadar yenilerini eklediği gibi, mevcut
bilgileri kendi arasında, ya da yeni edinilen bilgilerle karşılaştırıp yeni
yeni bilgiler elde edebilir ve bu bilgiler doğrultusunda karşılaştığı varlık ve
olaylarla ilgili yeni değerlendirmeler yapabilir. Neden sonuç ilişkileri
kurabilir. Biz buna beynin muhakeme etme
yetisi ya da bilgi üretmesi diyoruz.
Ancak bu
aşamada konumuz beynin muhakeme etme yetisinden ve bunun anatomik, hücresel, moleküler
ve atomik düzeyde nasıl geliştiğini, işlediğini incelemek değil. Bunu belki
ileride moleküler tıp konusu geldiğinde entelektüel düzeyde ele alabiliriz.
Tekrar
konumuza dönecek ve toparlayacak olursak bilgi, doğduğumuz andan itibaren hatta
bazı bilim adamlarına göre anne karnındayken bile duyu organlarımızla ya da
düşünerek edinilen ve insan davranışına yön veren her şeydir. Doğduğumuz andan
itibaren milyonlarca ses, koku, görüntü vs ile karşılaşıyoruz ve bunları
beynimizde depoluyoruz.. Bu bilgileri,
her yaşta ve her olay karşısında yeni bilgilerin ışığında değerlendirmeye tabi
tutuyoruz ve bunlarla davranışlarımıza yön veriyoruz. Bu yön verme, bireysel
olarak ve toplumda oluşan işbölümüne uygun olarak davranışlarımıza
yansımaktadır.
Buradan
şuraya varmak istiyorum. Bilgi, insanın varoluşundan bu yana varsa ve insan,
gelişimini, -evrimle birlikte- her şekilde edindiği yeni yeni bilgilerlerle
sağlıyorsa, bilgi insanlığın her zaman diliminde var olmuştur. Yani avcı
toplayıcı, tarım, sanayi ve dijital çağ diye isimlendirdiğimiz insan yaşamının
evriminde gerçekleştirdiği her sıçramada, her zaman diliminde bilgi vardır ve insan
gelişimine biyolojik evrim kadar katkı sağlamıştır.
O zaman
“bilgi toplumu” kavramının “günümüzle” ilişkilendirilmesinin bir anlamı
kalmıyor.
BİLGİ VE TOPLUM:
Birden
çok insanın bir arada yaşadığı topluluklara kısaca toplum diyebiliriz. Ancak bu tarif biraz eksiktir. Toplum daha
çok içinde yaşayan kişi ve kişi topluluklarının ihtiyaçlarına göre yatay ve
dikey iş bölümünü gerçekleştirdikleri insan topluluklarını anlatır.
Dikkat
edilirse burada yeni bir kavramlarla karşı karşıya kaldık. “İşbölümü” ve “İhtiyaç”
İhtiyaç, insan ve toplumun davranışlarına yön veren
ana etmenlerden biridir. İhtiyaçların giderilmesinde bilginin ana unsur
olduğunu belirtmemiz gerekiyor. Örneğin avcı ve toplayıcı toplum döneminde beslenme
ihtiyacı, av hayvanlarının ve bazı bitkilerin bilgisinin oluşmasını sağlamış ve
o toplumu tarım toplumuna taşımıştır.
Bu
açıklamalardan sonra yaşadığımız zaman diliminde var olan topluma bilgi toplumu
diyebilir miyiz? Bu soruya hem evet hem de hayır diye cevap verebiliriz. Evet
deriz çünkü bu zaman diliminde de geçmişten gelen bilgilerin birikimi ve yeni
bilgilerin edinilmesi sonucunda toplum yaşamını sürdürmektedir. Hayır deriz.
Çünkü bilgi yaşam sürecinin her zaman diliminde vardır ve sadece bu çağa ait
değildir.
İnanlık
var oldukça yeni bilgilerin edinilmesi kaçınılmazdır. Bilgi bir süreç içinde
devamlı olarak oluşmakta ve beynimizde depo edilmektedir. Bunu “öğrenmenin yaşı
yoktur” özdeyişi de bir bakıma anlatmaktadır.
İhtiyaçlar:
Maslow’un
ihtiyaçların önceliğini anlatan meşhur piramidini her halde hepimiz biliyoruz.
Maslow’un
kuramına göre, insanların motivasyonu dış faktörlerden ziyade kişinin kendi
ihtiyaçlara dayanmaktadır. Kişinin ihtiyaçları bir hiyerarşi içinde
gruplandırılmaktadır. Yani, kişiye dışarıdan gelen ödül veya ceza gibi
faktörler, bu kurama göre motivasyon üzerinde çok etkili değildir.
Maslow ihtiyaçları
5 ana kategoriye ayırmaktadır.
1.
Fizyolojik İhtiyaçlar: Beslenme, sağlık, üreme ve
buna benzer temel yaşamsal ihtiyaçlar
2.
Güvenlik İhtiyacı: Dış faktörlerden kaynaklı
tehlikelerden korunma
3.
Sosyal İhtiyaçlar: Aidiyet, sevgi, kabul görme,
sosyal yaşam vb.
4.
Değer Verilme/Saygınlık İhtiyacı: Statü, başarı,
itibar, tanınma
5.
Kendini Gerçekleştirme: Gelişim, bir işi
başarıyla tamamlama, yaratıcılık
Dikkat edilirse ihtiyaçların bazıları bireysel,
bazıları toplum içinde işbölümü ile giderilebilecek niteliktedir. İhtiyaçlar
nasıl giderilecektir. Elbette bir
gıdanın, bir giysinin bir konutun vs. gibi ürünlerin üretilmesi ile
giderilecektir. Avcı toplayıcı toplumda
bile üretim bilgi ile gerçekleşmiştir. Bir bitkinin ne zaman nerede yetişeceği,
ne zaman olgunlaşacağı, zehirli olup olmadığı, neresinin yararlı olup, neresinin yararlı olmadığı gibi bir sürü bilgi
avcı toplayıcı toplumda var olan bir bilgidir. Bireysel de olsa ihtiyaçların
daha kolay ve verimli giderilmesinde bilgi kadar işbölümü de önemlidir. İş
bölümünün, üretim ilişkisi kavramını beraberinde getirdiği hemen
anlaşılacaktır.
Üretim İlişkisi:
Üretim ilişkisi kavramı ile birlikte işbölümü kavramını
da biraz açıklamak gerekiyor. Üretim ilişkisi bireysel bir ilişki olabileceği
gibi toplumsal bir ilişki içinde de olabilir. İşte üretimin, toplumsal yapı
içinde gerçekleşmesi durumunda işbölümünden söz ederiz.
Örneğin bu durum, bir kişinin yalnız kendi başına ve
kendi ihtiyacı için ürettiği mal ve hizmetlerde böyledir. Eğer kişi
ürettiklerinin bir kısmını kendi, diğer bir kısmını da başkaları için
üretiyorsa o zaman iş bölümü içinde üretim yapıyor denir.
İşbölümü bizim konumuz değil. Biz daha çok üretim
ilişkilerine yoğunlaşacağız.
Üretim ilişkilerini açıklamadan daha önce de üretim
araçlarından söz etmek gerekiyor. Yani bir şeyi üretmek için gerekli olan
şeylerden.
Üretmek için öncelikle bir insan davranışına
gereksinim vardır. Örneğin bir taş parçasının üretilmesi için o taşın bir
kayadan koparılması gerekmektedir. Bu bir insan davranışı sonucunda oluşmakta
ve insan bu eyleminde bir zaman ve bir güç harcamaktadır. İşte insanın bir şey
üretirken harcadığı zaman ve güce biz ham emek diyoruz. Eğer bu kişi taşın
kayadan kopartılması sırasında daha önceden edindiği bir deneyimi yani bilgiyi
de kullanmışsa bu emeğe de biz nitelikli emek diyoruz. Kısaca bir insanın
bedensel ve fikren üretime yaptığı bu katkıya emek diyoruz. Emek ile emek gücü
arasında farkın olduğunu söyleyen Marks gibi bilim adamları da vardır. Marks,
emek gücünü, bir insanın bir bütün olarak fiziki kuvveti ile zihinsel
yetilerinin toplamıdır, diye tarif ediyor.
Emek ise bir üretim ilişkisinde bu toplamdan ne kadarını ne kadar sürede
harcayacağını anlatır. Yani Emek =Zaman*İşgücü
Artı Değer Kavramı Yanlış mı?
(İşverenin Konumu ve Üretimdeki Yeri)
Üretim ilişkisi içinde bir emek karşılığı üretilen mal
ve hizmetin değeri, kuramsal olarak harcanan emeğin yerine konabilmesi için
insanın almak zorunda kaldığı beslenmeden tutun, barınma, eğitim, sağlık,
varlığını sürdürme vs. gibi tüm ihtiyaçları için ödeyeceği bedeldir.
Marks’ın artı değer teorisine göre zamanla üretim
araçlarını bir şekilde ele geçiren işveren, emeğini satın aldığı kişilere
emeklerine karşılık ürettikleri değerlerden daha az bir ücret öder. Üretilen
ürünün değeri ile emekçiye ödenen ücret arasındaki farka “artı değer” denmektedir.
Artı değerin klasik tanımında işveren’in üretim
sürecine katkısı sıfır olarak değerlendirilmektedir. Bence bu iki yönden
yanlıştır.
Birincisi her şeyden önce işverenin üretim sürecinde
ortaya koyduğu sermayenin kaynağı da emektir. Bir başka anlatımla işverenin
üretim aracı olarak ortaya koyduğu sermaye, bir şekilde (tasarruf ederek, bularak,
zorla ele geçirerek vs.) ele geçirdiği emeğin/emeklerin karşılığıdır. Yani
işveren de üretim sürecine emeklerden oluşan ve adına sermaye denilen bir
üretim aracı koymaktadır. Bunun doğal sonucu olarak da üretilen mal ve
hizmetten bu değerin karşılığını alması bir hak olarak karşımıza çıkmaktadır.
Bu hakkın varlığı, oranı, miktarı paylaşım sırasında tartışılabilir. Bu ayrı bir meseledir ve toplumun hukuk düzeni ile doğrudan ilişkilidir. Ben burada
sermayenin niteliğini tanımlamaya çalıştım.
İkinci olarak işverenin üretim sürecindeki işlevini de
sıfıra indirmektedir. Halbuki işverenin üretim sürecinde bir koroyu idare eden
şef gibi işin örgütlenmesinde yaptığı organizasyon da zihinsel bir emek olarak
ortaya çıkmaktadır. Ayrıca şunu da belirtelim ki üretilecek ürün bilgisinin ve
hammadde temininden ürünün satışına dek üretim sürecinin bütün aşamalarına ait
bilginin de işverenin bilgisinde olduğu unutulmamalıdır. İşçinin bilgisi ise üretim
sürecinin belli bir yönüne ilişkindir ve sınırlıdır. Bu nedenle bütün ekonomi
teorilerinde zihinsel emeğin kol emeğinden daha nitelikli olduğu gerçeği herkes
tarafından kabul edilmektedir. Hal böyle olunca işverenin elde edilen üründen
işçiye göre daha fazla pay alması hakkaniyet gereğidir. Ayrıca az önce
belirtilen işverenin ortaya koyduğu emek niteliğindeki sermayenin serbest
piyasa ortamında kaybedilmesi riskini de işveren taşımakta, işçinin bu yönde
herhangi bir riski bulunmamaktadır.
“BİLGİ TOPLUMU” KAVRAMI YERİNE
“DİJİTAL ÇAĞ/DİJİTAL TOPLUM” KAVRAMI
Bilgi toplumu adını verdiğim bu makalede üretim
ilişkilerini, işbölümünü, ihtiyaç kavramını, emeği ve artı değere de kısaca
değindim. Sonuç olarak bir mal ve hizmetin üretiminde bilginin en ilkel
toplumdan itibaren en gelişmiş toplumda dahi var olduğunu, "her zaman diliminde
var olan" toplumların kendine özgü bilgi toplumu olduğunu, ancak bu bilginin
devamlı üretilen, çoğalan bir niteliğinin olduğunu, içinde yaşadığımız zaman
diliminde bu bilginin (marjinal) seviyeye ulaştığını ancak bilginin oluşmasının
daha hızlı bir şekilde devam ettiğini ve insanlığın var olduğu sürece
kesintisiz ve daha da hızlanarak (ivmelenerek) devam edeceğini söyleyebiliriz.
Bir başka deyişle “insan varlığı” sürdükçe bilginin de var olacağı, daha da
gelişerek kesintisiz ve sonsuz bir şekilde var olmaya devam edeceğini
söyleyebiliriz.
Özet olarak “bilgi toplumu” kavramı çok yerinde bir
kavram değildir. Bunun yerine bilginin işlenmesinde, iletilmesinde,
muhafazasında kullanılan sayısal teknolojiyi ve teknolojik araçların niteliğine
bakarak toplumun çağımızda geldiği noktayı tanımlama daha doğru olacaktır diye
düşünüyorum.
Örneğin bilgisayar ortamında bilgi “sayısal” olarak
saklanır, sayısal olarak iletilir, sayısal olarak işlenir. Bu nedenle sayısalın
karşılığı olarak İngilizce DİJİTAL kelimesinin kullanılması daha uygun
olacaktır.
Türk Dil kurumuna göre dijitalin karşılığı “sayısal”dır.
Yabancı dillerde de dijitalin karşılığı olarak çoğunlukla “sayısal” kelimesi
kullanılmaktadır.
Bilgi karşılığı olarak ise data, knowledge,
information kelimeleri yeğlenmiştir.
Bilginin ne alama geldiğini ise yukarıda açıklamıştım.
Dolayısıyla bilgi çağı, bilgi toplumu kelimeleri
dijital çağ, ya da dijital toplum kavramlarını tam karşılamamaktadır.
Zaten dünyanın çoğu ülkesinde de bilim adamları
“dijital” kelimesini kullanmayı yeğlemektedir.