31 Mart 2020 Salı


BİLGİ TOPLUMU MU,
YOKSA
“ BAŞKA BİR ŞEY”  TOPLUMU MU?

ÖZET:
Bu makalede çağımız toplumuna ad olarak sıkça kullanılan "bilgi toplumu" kavramının yanlışlığını, bilgi ve toplumsal yapıyı, ihtiyaçları ve üretim ilişkisini, bu arada "artı değer" kavramını yeniden  değerlendirdim.

GİRİŞ:
Son yıllarda “bilgi toplumu” diye bir kavram çok konuşulur oldu. Nedir bilgi toplumu? Yeni bir şey mi? Yoksa “yeni bir şey” diye mi öne çıkarılıyor ve öyle algılıyoruz.
Evet. Son yıllarda çokça konuşulan bilgi toplumu kavramı “yeni bir şey” diye önümüze konuyor ve öyle bilmemiz isteniyor.
Yani, günümüzde dijitalleşmeyi, internetin hayatımıza girmesini, otomasyonu, sensörlerle bazı eşyaları ve makineleri kontrol edebilmemizi ve bunun gibi birçok şeyi yapabilmeyi beceren toplumlara genel olarak “bilgi toplumu” adı verilmektedir.
Bilgi toplumu kavramı, işaret ettiği toplumun niteliğini tam olarak tarif ediyor mu?
Bunun cevabını toplumda üretim biçiminin değiştiği her dönemeçte bilginin üretim sürecindeki yerini belirleyerek vermek en doğrusu olacaktır, diye düşünüyorum.
Bundan daha önce “bilgi” kelimesinin tanımına bir göz atalım.

BİLGİ NEDİR?
Bilgi insanın yaratılış anından itibaren insanın bilincinde yer eden, insanın bedenine ve dış dünyasına ait her şeydir.
Yani bilgi insanla vardır. Hayvanlarda ve bitkilerde bilginin şimdilik olmadığını varsayıyoruz. Ya da çok sığ bir bilgiye sahiptir demekle yetinelim ve bunun ayrıntılı cevabını bilim adamlarına bırakalım. Biz burada entelektüel düzeyde bir tartışma yapıyoruz. Anlattıklarımız bu yönden değerlendirilmelidir.
Bilinç nedir? Bilinç, bilme eylemidir. Organlarımızla aldığımız her türlü duyuya bilerek tepki verme bilinçtir.
Yaratılışı, ister Adem’in yaratılışına ya da insansı canlının oluşmasından başlatalım. Hangi zaman diliminden başlatırsak başlatalım insan yaratılışından (oluşumundan) itibaren bilinçli bir varlıktır.  İnsanın ilk yaratılışı ve evrimi konusunda bazı teoriler vardır. Biz bilginin kısmen bu teorilerden faydalanarak yaratılıştan (ya da oluşmadan), ama daha iyi anlaşılabilmesi için insanın anne karnına düşmesinden ve doğmasından itibaren insanda nasıl oluştuğunu anlamaya çalışacağız.
Türk Dil Kurumuna göre “bilgi” insan aklının erebileceği olgu, gerçek ve ilkelerin bütünü, bili, malumat olarak tarif edilmiştir.
Ya da öğrenme, araştırma veya gözlem yolu ile elde edilen gerçek, malumat, vukuf;
Ya da insan zekâsının çalışması sonucu ortaya çıkan düşünce ürünü, malumat, vukuf.
Ya da ilk sezi durumunda zihnin kavradığı temel düşünceler.
Ya da kişinin veriye yönelttiği anlam olarak anlamlandırılmıştır.
Yani kısaca bilgi her şeydir. Başka bir deyişle bedende ve insanın dışında yani dış dünyada var olan varlık ve meydana gelen olayların insan beyninde meydana getirdiği değişikliktir.
Beyinde oluşan bu değişiklikler, değişikliği meydana getiren varlık ve olaylar, benzer ve benzemeyen özelliklerine göre beyinde sınıflandırılır ve depolanır. İnsan beyni depoladığı bu bilgilere ölünceye kadar yenilerini eklediği gibi, mevcut bilgileri kendi arasında, ya da yeni edinilen bilgilerle karşılaştırıp yeni yeni bilgiler elde edebilir ve bu bilgiler doğrultusunda karşılaştığı varlık ve olaylarla ilgili yeni değerlendirmeler yapabilir. Neden sonuç ilişkileri kurabilir.  Biz buna beynin muhakeme etme yetisi ya da bilgi üretmesi diyoruz.
Ancak bu aşamada konumuz beynin muhakeme etme yetisinden ve bunun anatomik, hücresel, moleküler ve atomik düzeyde nasıl geliştiğini, işlediğini incelemek değil. Bunu belki ileride moleküler tıp konusu geldiğinde entelektüel düzeyde ele alabiliriz.
Tekrar konumuza dönecek ve toparlayacak olursak bilgi, doğduğumuz andan itibaren hatta bazı bilim adamlarına göre anne karnındayken bile duyu organlarımızla ya da düşünerek edinilen ve insan davranışına yön veren her şeydir. Doğduğumuz andan itibaren milyonlarca ses, koku, görüntü vs ile karşılaşıyoruz ve bunları beynimizde depoluyoruz..  Bu bilgileri, her yaşta ve her olay karşısında yeni bilgilerin ışığında değerlendirmeye tabi tutuyoruz ve bunlarla davranışlarımıza yön veriyoruz. Bu yön verme, bireysel olarak ve toplumda oluşan işbölümüne uygun olarak davranışlarımıza yansımaktadır.
Buradan şuraya varmak istiyorum. Bilgi, insanın varoluşundan bu yana varsa ve insan, gelişimini, -evrimle birlikte- her şekilde edindiği yeni yeni bilgilerlerle sağlıyorsa, bilgi insanlığın her zaman diliminde var olmuştur. Yani avcı toplayıcı, tarım, sanayi ve dijital çağ diye isimlendirdiğimiz insan yaşamının evriminde gerçekleştirdiği her sıçramada, her zaman diliminde bilgi vardır ve insan gelişimine biyolojik evrim kadar katkı sağlamıştır.
O zaman “bilgi toplumu” kavramının “günümüzle” ilişkilendirilmesinin bir anlamı kalmıyor.

BİLGİ VE TOPLUM:
Birden çok insanın bir arada yaşadığı topluluklara kısaca toplum diyebiliriz.  Ancak bu tarif biraz eksiktir. Toplum daha çok içinde yaşayan kişi ve kişi topluluklarının ihtiyaçlarına göre yatay ve dikey iş bölümünü gerçekleştirdikleri insan topluluklarını anlatır.
Dikkat edilirse burada yeni bir kavramlarla karşı karşıya kaldık.  “İşbölümü” ve “İhtiyaç”
İhtiyaç,  insan ve toplumun davranışlarına yön veren ana etmenlerden biridir. İhtiyaçların giderilmesinde bilginin ana unsur olduğunu belirtmemiz gerekiyor. Örneğin avcı ve toplayıcı toplum döneminde beslenme ihtiyacı, av hayvanlarının ve bazı bitkilerin bilgisinin oluşmasını sağlamış ve o toplumu tarım toplumuna taşımıştır.
Bu açıklamalardan sonra yaşadığımız zaman diliminde var olan topluma bilgi toplumu diyebilir miyiz? Bu soruya hem evet hem de hayır diye cevap verebiliriz. Evet deriz çünkü bu zaman diliminde de geçmişten gelen bilgilerin birikimi ve yeni bilgilerin edinilmesi sonucunda toplum yaşamını sürdürmektedir. Hayır deriz. Çünkü bilgi yaşam sürecinin her zaman diliminde vardır ve sadece bu çağa ait değildir.  
İnanlık var oldukça yeni bilgilerin edinilmesi kaçınılmazdır. Bilgi bir süreç içinde devamlı olarak oluşmakta ve beynimizde depo edilmektedir. Bunu “öğrenmenin yaşı yoktur” özdeyişi de bir bakıma anlatmaktadır.

İhtiyaçlar:
Maslow’un ihtiyaçların önceliğini anlatan meşhur piramidini her halde hepimiz biliyoruz.
Maslow’un kuramına göre, insanların motivasyonu dış faktörlerden ziyade kişinin kendi ihtiyaçlara dayanmaktadır. Kişinin ihtiyaçları bir hiyerarşi içinde gruplandırılmaktadır. Yani, kişiye dışarıdan gelen ödül veya ceza gibi faktörler, bu kurama göre motivasyon üzerinde çok etkili değildir.
Maslow ihtiyaçları  5 ana kategoriye ayırmaktadır.
1.    Fizyolojik İhtiyaçlar: Beslenme, sağlık, üreme ve buna benzer temel yaşamsal ihtiyaçlar
2.    Güvenlik İhtiyacı: Dış faktörlerden kaynaklı tehlikelerden korunma
3.    Sosyal İhtiyaçlar: Aidiyet, sevgi, kabul görme, sosyal yaşam vb.
4.    Değer Verilme/Saygınlık İhtiyacı: Statü, başarı, itibar, tanınma
5.    Kendini Gerçekleştirme: Gelişim, bir işi başarıyla tamamlama, yaratıcılık

Dikkat edilirse ihtiyaçların bazıları bireysel, bazıları toplum içinde işbölümü ile giderilebilecek niteliktedir. İhtiyaçlar nasıl giderilecektir.  Elbette bir gıdanın, bir giysinin bir konutun vs. gibi ürünlerin üretilmesi ile giderilecektir.  Avcı toplayıcı toplumda bile üretim bilgi ile gerçekleşmiştir. Bir bitkinin ne zaman nerede yetişeceği, ne zaman olgunlaşacağı, zehirli olup olmadığı, neresinin yararlı olup,  neresinin yararlı olmadığı gibi bir sürü bilgi avcı toplayıcı toplumda var olan bir bilgidir. Bireysel de olsa ihtiyaçların daha kolay ve verimli giderilmesinde bilgi kadar işbölümü de önemlidir. İş bölümünün, üretim ilişkisi kavramını beraberinde getirdiği hemen anlaşılacaktır.

Üretim İlişkisi:
Üretim ilişkisi kavramı ile birlikte işbölümü kavramını da biraz açıklamak gerekiyor. Üretim ilişkisi bireysel bir ilişki olabileceği gibi toplumsal bir ilişki içinde de olabilir. İşte üretimin, toplumsal yapı içinde gerçekleşmesi durumunda işbölümünden söz ederiz.
Örneğin bu durum, bir kişinin yalnız kendi başına ve kendi ihtiyacı için ürettiği mal ve hizmetlerde böyledir. Eğer kişi ürettiklerinin bir kısmını kendi, diğer bir kısmını da başkaları için üretiyorsa o zaman iş bölümü içinde üretim yapıyor denir.
İşbölümü bizim konumuz değil. Biz daha çok üretim ilişkilerine yoğunlaşacağız.
Üretim ilişkilerini açıklamadan daha önce de üretim araçlarından söz etmek gerekiyor. Yani bir şeyi üretmek için gerekli olan şeylerden.
Üretmek için öncelikle bir insan davranışına gereksinim vardır. Örneğin bir taş parçasının üretilmesi için o taşın bir kayadan koparılması gerekmektedir. Bu bir insan davranışı sonucunda oluşmakta ve insan bu eyleminde bir zaman ve bir güç harcamaktadır. İşte insanın bir şey üretirken harcadığı zaman ve güce biz ham emek diyoruz. Eğer bu kişi taşın kayadan kopartılması sırasında daha önceden edindiği bir deneyimi yani bilgiyi de kullanmışsa bu emeğe de biz nitelikli emek diyoruz. Kısaca bir insanın bedensel ve fikren üretime yaptığı bu katkıya emek diyoruz. Emek ile emek gücü arasında farkın olduğunu söyleyen Marks gibi bilim adamları da vardır. Marks, emek gücünü, bir insanın bir bütün olarak fiziki kuvveti ile zihinsel yetilerinin toplamıdır, diye tarif ediyor.  Emek ise bir üretim ilişkisinde bu toplamdan ne kadarını ne kadar sürede harcayacağını anlatır. Yani Emek =Zaman*İşgücü

Artı Değer Kavramı  Yanlış mı?
(İşverenin Konumu ve Üretimdeki Yeri)
Üretim ilişkisi içinde bir emek karşılığı üretilen mal ve hizmetin değeri, kuramsal olarak harcanan emeğin yerine konabilmesi için insanın almak zorunda kaldığı beslenmeden tutun, barınma, eğitim, sağlık, varlığını sürdürme vs. gibi tüm ihtiyaçları için ödeyeceği bedeldir.
Marks’ın artı değer teorisine göre zamanla üretim araçlarını bir şekilde ele geçiren işveren, emeğini satın aldığı kişilere emeklerine karşılık ürettikleri değerlerden daha az bir ücret öder. Üretilen ürünün değeri ile emekçiye ödenen ücret arasındaki farka “artı değer” denmektedir.
Artı değerin klasik tanımında işveren’in üretim sürecine katkısı sıfır olarak değerlendirilmektedir. Bence bu iki yönden yanlıştır.
Birincisi her şeyden önce işverenin üretim sürecinde ortaya koyduğu sermayenin kaynağı da emektir. Bir başka anlatımla işverenin üretim aracı olarak ortaya koyduğu sermaye, bir şekilde (tasarruf ederek, bularak, zorla ele geçirerek vs.) ele geçirdiği emeğin/emeklerin karşılığıdır. Yani işveren de üretim sürecine emeklerden oluşan ve adına sermaye denilen bir üretim aracı koymaktadır. Bunun doğal sonucu olarak da üretilen mal ve hizmetten bu değerin karşılığını alması bir hak olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu hakkın varlığı, oranı, miktarı paylaşım sırasında tartışılabilir. Bu ayrı bir meseledir ve toplumun hukuk düzeni ile doğrudan ilişkilidir. Ben burada sermayenin niteliğini tanımlamaya çalıştım.
İkinci olarak işverenin üretim sürecindeki işlevini de sıfıra indirmektedir. Halbuki işverenin üretim sürecinde bir koroyu idare eden şef gibi işin örgütlenmesinde yaptığı organizasyon da zihinsel bir emek olarak ortaya çıkmaktadır. Ayrıca şunu da belirtelim ki üretilecek ürün bilgisinin ve hammadde temininden ürünün satışına dek üretim sürecinin bütün aşamalarına ait bilginin de işverenin bilgisinde olduğu unutulmamalıdır. İşçinin bilgisi ise üretim sürecinin belli bir yönüne ilişkindir ve sınırlıdır. Bu nedenle bütün ekonomi teorilerinde zihinsel emeğin kol emeğinden daha nitelikli olduğu gerçeği herkes tarafından kabul edilmektedir. Hal böyle olunca işverenin elde edilen üründen işçiye göre daha fazla pay alması hakkaniyet gereğidir. Ayrıca az önce belirtilen işverenin ortaya koyduğu emek niteliğindeki sermayenin serbest piyasa ortamında kaybedilmesi riskini de işveren taşımakta, işçinin bu yönde herhangi bir riski bulunmamaktadır.

“BİLGİ TOPLUMU”  KAVRAMI YERİNE
“DİJİTAL ÇAĞ/DİJİTAL TOPLUM” KAVRAMI
Bilgi toplumu adını verdiğim bu makalede üretim ilişkilerini, işbölümünü, ihtiyaç kavramını, emeği ve artı değere de kısaca değindim. Sonuç olarak bir mal ve hizmetin üretiminde bilginin en ilkel toplumdan itibaren en gelişmiş toplumda dahi var olduğunu, "her zaman diliminde var olan" toplumların kendine özgü bilgi toplumu olduğunu, ancak bu bilginin devamlı üretilen, çoğalan bir niteliğinin olduğunu, içinde yaşadığımız zaman diliminde bu bilginin (marjinal) seviyeye ulaştığını ancak bilginin oluşmasının daha hızlı bir şekilde devam ettiğini ve insanlığın var olduğu sürece kesintisiz ve daha da hızlanarak (ivmelenerek) devam edeceğini söyleyebiliriz. Bir başka deyişle “insan varlığı” sürdükçe bilginin de var olacağı, daha da gelişerek kesintisiz ve sonsuz bir şekilde var olmaya devam edeceğini söyleyebiliriz.
Özet olarak “bilgi toplumu” kavramı çok yerinde bir kavram değildir. Bunun yerine bilginin işlenmesinde, iletilmesinde, muhafazasında kullanılan sayısal teknolojiyi ve teknolojik araçların niteliğine bakarak toplumun çağımızda geldiği noktayı tanımlama daha doğru olacaktır diye düşünüyorum.
Örneğin bilgisayar ortamında bilgi “sayısal” olarak saklanır, sayısal olarak iletilir, sayısal olarak işlenir. Bu nedenle sayısalın karşılığı olarak İngilizce DİJİTAL kelimesinin kullanılması daha uygun olacaktır.
Türk Dil kurumuna göre  dijitalin karşılığı  “sayısal”dır.
Yabancı dillerde de  dijitalin karşılığı  olarak çoğunlukla “sayısal” kelimesi kullanılmaktadır.
Bilgi karşılığı olarak ise data, knowledge, information kelimeleri yeğlenmiştir.
Bilginin ne alama geldiğini ise yukarıda açıklamıştım.
Dolayısıyla bilgi çağı, bilgi toplumu kelimeleri dijital çağ, ya da dijital toplum kavramlarını tam karşılamamaktadır.
Zaten dünyanın çoğu ülkesinde de bilim adamları “dijital” kelimesini kullanmayı yeğlemektedir.

26 Mart 2020 Perşembe


FELSEFE NEDİR?
(Değer Felsefesi)

Felsefe Nedir?

Felsefe çocukça bir şeydir. Çocuk, çevresindeki nesne ve olayları nasıl sorguluyor ve öğrenmeye çalışıyorsa filozoflar da varlığa, hayata ve daha bir çok konuya ilişkin sorular sorar ve sorulara düşünme yöntemlerini kullanarak cevaplar arar.
Felsefe kısaca  sorma ve cevap arama eyleminin adıdır.
Kelime Anlamı:
Türk Dil kurumu’na göre “Felsefe” varlığın ve bilginin bilimsel araştırılmasıdır.
Bir başka deyişle “var olanların varlığı, kaynağı, anlamı ve nedeni üzerine düşünme ve bilginin bilimsel olarak araştırılması” felsefenin konusunu oluşturmaktadır.
Kısaca düşünce yöntemleri ile olay ve varlıkların varoluş ve niteliklerini açıklama, bilgi üretmedir.
Felsefe, insan yaşamını ve dünyayı, insan aklıyla açıklamaya çalışan bir düşünsel etkinliktir.
Kökeni:
Kelime, antik Yunancadan Arapçaya, oradan da Türkçeye geçmiştir.
Kelimenin Yunanca aslı “philosophia” dır.
Ancak felsefenin amacı sadece kuramsal bilgi elde etmek değil, aynı zamanda akıllıca davranmak, erdemli olmak, aşırılıklardan kaçınmak, doğru davranışlarda bulunmamızı sağlamak ve ahlaklı yaşamanın yollarını da öğretmektir.  
Nitekim felsefenin ilk ortaya çıktığı yer sayılan antik Yunan’da bilgi ile ahlak arasında kurulan sıkı bir ilişki vardır. 
Yani felsefe, sağlam bilgiler edinme çabası kadar; doğru, mutlu ve ahlaklı yaşama çabasıdır da aynı zamanda.

FİLOZOF NEDİR, KİMDİR?

 Filozof, mutlak doğruları bildiğini, onlara tam olarak ulaştığını iddia eden kimse değil, aksine sürekli olarak bilgiyi arayan, ona ulaşmak isteyen kimsedir.
Filozofun beyninde kuşku ve şüphe vardır
Bu anlamda filozofu; edindiği bilgileri yetersiz/şüpheli bulan, sürekli soru soran ve bu sorulara düşünme yöntemlerini kullanarak cevap arayan bir kimse olarak tanımlayabiliriz.
Soru ve cevapların sonsuzluğu göz önünde tutulduğunda felsefe bir hedefe ulaşmış olmaktan ziyade bir süreç, yani “yolda olmak” tır.
Dolayısıyla felsefede soru sormak ve sorgulamak, o soruya kesin bir cevap bulmaktan çok daha önemlidir.

FELSEFE HANGİ KONULARLA İLGİLENİR?

Peki, felsefe ne tür sorular sorar? Neye cevap arar?
Felsefe, her konuyla ilgilenir.  Her şey hakkında soru sorar, sorulara cevap arar.
Felsefe, ilgilendiği konular kapsamında siyasete, sosyolojiye, edebiyata, hatta matematiğe ve doğa bilimlerine yol göstermiş, büyük katkılar yapmıştır.
Örneğin kürtaj, idam cezası, çevrecilik, işkence gibi bugünün dünyasında tartışılan birçok önemli tartışma konusu kökenini felsefeden almıştır.
Felsefe ve bilim arasında da çok yakın bir ilişki bulunur.
Felsefe kendisi bir bilim olmamasına rağmen sorduğu sorulara verdiği cevaplarla bütün bilimlere temel olmuştur.
Bir anlamda felsefe tüm bilimlerin anası sayılır. Örneğin fen bilimleri dediğimiz bilimlerin kökeni büyük ölçüde “doğa felsefesi” dediğimiz felsefe türüne dayanırken; birçok sosyal bilim alanının temelinde de felsefe yatar.

DEĞER FELSEFESİ
Her şeyin, felsefenin konusu olabileceğini yukarıda söyledik. Ama genel bir sınıflandırma yapacak olursak bilim felsefesi, ahlak felsefesi (etik), sanat felsefesi (estetik), değer felsefesi gibi konular en çok tartışılan felsefe konuları olmuştur.
Biz bu makalede “değer” felsefesini ele alacağız. Yani değer nedir sorusuna cevap arayacağız.
Türk Dil Kurumu’na göre çeşitli değer tanımları yapılmıştır. Ancak bunlardan en önemlisi “yararlı nitelikleri olan nesne/insan”  şeklinde  yapılan “değer” tanımıdır.
Görüldüğü gibi değer kavramı bir nesne ya da bir insan üzerinden tanımlanmaya çalışılmıştır. Nesne/insan üzerinde tanımlanan kavram “FAYDA” kavramıdır. Buradan yola çıkarak “bir şey faydalı ise o değerlidir,” denilebilir.
Başka bir deyişle fayda eşittir değer de diyebiliriz.
O zaman “fayda” nedir bu kavramı da biraz incelemek gerekir.
Biz neye faydalı, neye  faydasız diyoruz.
Buna kısaca insan yaşamını kolaylaştıran ya da  ona haz veren insan, eşya, olay, etkinliktir, diyebiliriz.
Yukarıda değinildiği gibi toplumsal yaşam içerisinde aşağıdaki alanlarda farklı değer sistemleri  ortaya çıkmıştır. Ekonomi alanında “maddî” değer sistemi, sanatsal etkinlikler ve ürünler alanında “estetik” değer sistemi ve insan davranışları alanında “ahlaki (etik)” değer sistemi gibi alanları sayabiliriz.
Biz bu alanlarda yaratılan değerleri nasıl tanımlıyoruz. Nasıl ölçüyoruz. Biraz da buna bakalım

YARGI
Yargı, bir kişi, bir toplum, bir olay ya da bir nesne hakkında “değerin varlığı, yokluğu ya da azlığı çokluğu yönünden bir düşünceye sahip olmaktır.
ÖNYARGI (Subjektif Değer Yargısı):
Önyargı ise bir kişi, bir toplum, bir olay ya da bir nesne hakkında herhangi bir araştırma ve inceleme yapmadan yüzeysel ve anlık edinilen bilgilerden ya da 3. kişilerden duyulan duyumlardan yola çıkılarak o kişi, toplum, olay ya da nesne hakkında “değer” yönünden bir düşünceye sahip olmaktır.
Önyargının oluşmasında kişinin daha önce çocukluğundan bu yana içinde yaşadığı toplumun ürettiği her şey ama her şey etkilidir. Bu her şeyin içinde başarılarımız karşısında aldığımız övgüler, başarısızlıklarımız karşısında duyduğumuz yergiler, aşağılamalar, şiddet vs. gibi her şey vardır.
Önyargı adından da anlaşılacağı gibi bir yargı, yani sonuç bildiren bir cümle içerir.
Yargılama:
Yargılama, bir davranışın, bir durumun  (bu davranış bir düşünce açıklaması da olabilir) bir başka değer yargısı ile eşleşmesi ya da eşleşmemesi ile kendini ortaya koyar. Örneğin bir resmin güzel ya da çirkin olduğunu söylemek, daha önceden resimler konusunda çocukluğumuzdan bu yana edindiğimiz güzel ve çirkin kavramlarıyla (değer yargılarıyla) eşleşip eşleşmemesine bağlı olarak değişir. Resim, edindiğimiz “güzel” kavramıyla eşleşmişse o resme biz “güzel” eşleşmemişse “çirkin” diyoruz. İşte zihnimizin yaptığı bu işleme “yargılama” diyoruz.
Bir kişi yaşamı boyunca içinde yaşadığı toplumdan edindiği bilgiler ışığında bir başkasının güzel dediğine çirkin; çirkin dediğine de güzel diyebilir ve bu yargısına bir değer ölçüsü de katabilir. Yani az çirkin, çok güzel vs. gibi değerler verebilir. 
Adalet mekanizması içinde de hakim bir yargıya (karara) varırken  örneğin bir kişinin suçlu olup olmadığına karar verirken bu kararı vermeden önce yargılama yapacak,  o kişinin davranışının ceza kanunda tarif edilen (bir değer yargısı olarak tanımlanan) suç tipi ile eşleşip eşleşmediğine bakacaktır. Eşleşmişse bu kişiyi suçlu ilan edip mahkum edecek, eşleşmemişse suçsuzluğunu belirtip beraat ettirecektir. Sonuçta hakim  yargılama sonucunda bir yargıya varacak ve bu yargı, karar olarak ortaya çıkacaktır.
Dikkat edilirse burada hakimin yargılama sırasında kullandığı kural da toplumsal (yasama organından yasa olarak çıkmış) bir önyargı sonucu oluşmuş  ve kişinin davranışı bu önyargılar karşısında değerlendirilmiştir.
Toplumsal önyargılar için örnek vermek gerekirse bazı toplumlarda çocuk yaşta evlilikler kabul görmekte iken bazı toplumlarda bu davranış suç teşkil etmekte ve cezalandırılmaktadır.
Kişisel bir önyargı ne kadar doğru! ya da yanlış! olabilir? Bu, kişinin önyargısının toplumsal önyargı ile ne derecede örtüşüp örtüşmediği ile ilgilidir. Toplumda genel kabul görmüş bir ön yargı ile örtüştüğü derecede kişisel ön yargı doğru ya da yanlış (güzel-çirkin vs) kabul edilecektir.
Ancak toplumun çoğunun değer yargısı nesnellikle bağdaşmayabilir. Bugün biyoloji ve psikoloji bilimi çocuk yaşta evliliği kabul etmemektedir. 
Yine tarihte Galile’nin “dünya dönüyor”  şeklindeki nesnel yargısı, o dönemin çoğunluğunun  değer yargıları karşısında yalnız kalmış ve Galile toplumdan dışlanmıştır. 
Görüldüğü gibi değer yargıları 2*2=4 eder gibi pozitif bilimlere ait olduğunda biz bu önermelere nesnel yargılar ya da “yasa” diyoruz. Örneğin fizikte yer çekimi yasası gibi.
NESNEL DEĞER YARGILARI:
Önyargılar konusunda bu anlatımlardan sonra akla şu soru gelecektir. Kişiden kişiye, toplumdan topluma, zamana ve mekana bağlı olarak değişmeyen, doğa bilimlerinde olduğu gibi nesnel nitelikte (yani kişiden kişiye, toplumdan topluma değişmeyen) kişisel ya da toplumsal değer yargıları var mıdır?
Buna insanlığın geldiği bugünkü aşamada “evet” diye cevap veriyoruz. Davranış ve toplum bilimleri adını verdiğimiz bilim dallarında yapılan çalışmalarda kişiden kişiye, toplumdan topluma değişmeyen değer yargılarına ulaşılmıştır.
Burada çokça görülen bir yanlışlamadan  söz etmek istiyorum. Sosyal bilimlerde sonuca etki eden değişkenlerin çokluğu ve hesap edilememesi sanki bu bilimlerde üretilen değer yargılarının  subjektif unsurlar içerdiği gibi bir sonuç ortaya koymaktadır.
Bu sonuç, değişkenlerin çokluğundan ve bazı değişkenlerin hesaplamalara dahil edilmemesinden kaynaklanmaktadır.
Buradan şuraya varmak istiyorum.
Değişkenlerin çokluğu ve hesaplara dahil edilmemesinden ne anlıyoruz?
Bu noktada rahmetli Uğur Mumcu’nun “bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olunmaz” önermesine dikkat çekmek istiyorum.
Burada yukarıda değişken adını verdiğim şey “bilgi”dir. Biz bir şeyi değerlendirirken o şey ile ilgili hangi bilgilere sahibiz. Fizikte ya da matematikte bir problemi çözerken eldeki verilerden yola çıkarız. Bu verilerin bazıları sabit, bazıları değişken, bazıları bilinen, bazıları da bilinenlerden yola çıkılarak elde edilen verilerdir.
İşte bir kişiyi, bir toplumu değerlendirirken de biz bazı verilere sahip olmalıyız ki bu verileri yerli yerine koyarak doğru bir sonuca ulaşabilelim, doğru bir değerlendirmede bulunabilelim. Yani o kişi hakkında iyidir, kötüdür gibi bir değer yargısı oluşturabilelim. Yoksa bu veriler olmadan nasıl bir problemi çözemezsek ya da yanlış sonuçlara ulaşırsak,  yeterli ve doğru veriler olmadan bir kişi hakkında varacağımız değer yargısı da yanlış bir değerlendirme olacak, bir başka deyişle ön yargı olmaktan öteye gitmeyecektir.

DEĞER YARGILARI NEDEN ÖNEMLİDİR.
Değer yargıları, ilişki kurduğumuz insan ya da topluluklar karşısında bireyin davranışlarına yön verir. Önyargılarla davrandığımızda vardığımız yargı yanlış ya da doğru olabilir. Bunu önceden bilmemiz mümkün değildir. Ancak önyargının yanlış çıkması karşısında istemediğimiz olaylarla karşılaşmamız mümkündür. Nesnel yargıları ise önceden biliriz ve davranışımızı bu değerlendirmeye göre yaparız. Yani önümüzü görerek, bilerek  doğru (veya yanlış) davranışta bulunuruz.
Önyargılar siyasette de önemlidir. Bir siyasi partinin söylemleri  toplumun önyargılarıyla örtüştüğü derecede karşılık bulacak ve onu iktidara taşıyacaktır.

MESERRET MART 2021

     Bu sayıda Özay Gönlüm'ün bilinmeyen yönleriyle yaşam öyküsünü ve kendisiyle özdeşleşmiş Umman Nine'nin mektuplarından birini ok...