İKTİDAR UYGULAMALARINA KARŞI
SİYASİ MUHALEFET
(Yöntemleri, zorlukları ve ana
muhalefet partisine
bazı öneriler)
Bazı toplantılarda iktidarın yaptığı faydalı ve
güzel bir icraat hakkında konuşulurken, “yapılan işin faydalı ve yerinde bir iş
olduğu” söylendiğinde; bu söylemin, bazı kişiler tarafından “iktidar ağzı ile
konuşmak”, “ iktidarın yalakalığına soyunmak” şeklinde değerlendirildiğine çoğumuz şahit olmuşuzdur.
Hatta benim gibi bazıları da şahsen bu suçlamalarla karşı karşıya kalmıştır.
Bu yazının amacı da bu eleştiriler haklı mıdır, ne
derecede haklıdır. Yoksa haksız mıdır. Ya da
böyle icraatlara ve eleştirilere nasıl yaklaşılmalı, nasıl bir
değerlendirme yapılmalıdır.
Yazı bu konuda
düşündüklerimi arkadaşlarımla paylaşmak amacıyla kaleme alınmıştır.
Bilhassa Face ve Twitter gibi sosyal paylaşım
sitelerinde sanal ortamda insanlar birbirlerini yüz yüze görmediklerinden freni
boşalmış bir kamyon gibi acımasız
eleştilerde bulunmakta hatta küfürleşmeye kadar tartışmayı
sürdürebilmektedirler.
Her şeyden önce fikir düzeyinde iki kelime etmeden
işi küfretmekle ve kaba kuvvetle halledeciğini sananlara rahmetli Mumcu’nun çok
önemsediğim bir lafını tekrar etmekle yetineceğim.
“Bilgi sahibi olunmadan fikir sahibi olunmaz”
Ayrıca bu yazı, “kişisel maddi çıkarları için”
taraf tutanlara değil, tamamen fikir düzeyinde bir “ideolojiye” sahip olanlar
için yazılmıştır.
Tartışmalarda bazen sapla
samanın karıştırıldığı çokca gözlemlenmektedir. Örneğin siyasette “askeri
vesayetin” kaldırılması yönünde adımlar atan iktidar partisinin bu yöndeki
çabaları ile birlikte Ergenokon davasının da ardında durması çokça
karıştırılmakta, iktidarın askeri vesayeti kaldırma yönünde attığı
adımların savunulması, Ergenokon
davasının da savunulması şeklinde algıya yol açmaktadır.
Ayrıca Ergenokon
davalarında görülen hukuk dışı uygulamalar ile davanın
içeriğini oluşturan “darbeye teşebbüs” suçunun vahameti karıştırılmaktadır.
Muhalefet partilerinin
zorluğu da asıl bu noktada toplanmaktadır. Yapılan faydalı ve güzel bir iş
ileri sürüldüğünde “ muhalefet partisi olarak” bu icraat nasıl değerlendirilmelidir.
Kanımca, yapılan icraat tu
kaka yapıldığında muhalefet partisinin, bırakın iktidar partisine oy veren
seçmenleri, kararsız seçmenler üzerinde
dahi inandırıcılığı kalmamaktadır. Bu durumda bu seçmenlerin kazanılması da
zora girmektedir.
Siyasi partilerin amacının
ülkeyi yönetmek olduğu gözetildiğinde ve yönetime de seçmenin oyuyla gelindiği
bilindiğine göre bir başka partiye oy vermiş seçmenin oyunu kazanabilmenin
önemi açıktır. Olaya CHP açısından bakacak olursak Almanya’dan sosyal
demokrat seçmen ithal edilemeyeceğine göre son genel seçimlerde alınan %26’lık
oyun 30 ve üstüne çıkarılması ancak bu sayede olabilecektir.
Ayrıca siyasi partiler yönetime talip olurken mevcut iktidarın kötü
yaptıklarını eleştirmek, yapmadıklarını yapmak, eksik yaptıklarını tamamlamak,
iyi yaptıklarının daha iyisini yapmak iddiası ile yola çıkarlar. Ya da hedef
seçmen kitlesine yönelik nasıl bir politik tercihte bulunacağını deklare
ederler. Seçmenden bu vaatler ile oy
isterler. Bir başka anlatımla hizmet çıtasını daha yüksek bir yere taşırlar.
Bir muhalefet partisinin
özelikle CHP’nin bir başka zorluğu da şurdadır.
Her iktidarda
otoriterleşme eğilimleri bulunur. Eleştirilmek, denetlenmek istenmez. Bu
iktidarın doğasında vardır. Yargıyı ayak bağı, muhalafeti ise yapılan işlere
takoz olmakla suçlar.
Bu anlamda mevcut iktidar partisinin de
özgürlüklerin sınırlandırılmasına yönelik çok ciddi çabalarının olduğu gözlemlenmektedir. 12
Eylül 2010 tarihinde yapılan referandum ile özellikle HSYK’nun, Anayasa Mahkemesi’nin
ve daha sonra Yargıtay ve Danıştay’ın üye yapısına yönelik değişiklikler bu
çabaların sonuçlarıdır. Bu değişikliklerden önce yargının bağımsız olmadığı
yönünde genel bir kanı varken, bu değişiklerden sonra bu kanı daha da
artmıştır. Artık yargının kısmen de olsa bağımsızlığından söz etmek olası
değildir.
Bu tespite iktidar yanlısı
olmayan tüm Anayasa hukukçusu bilim adamlarının katıldığı söylenebilir.
Özetle iktidarın yargısal denetimini yapacak özellikle yüksek mahkemeler
siyasallaştırılmış, iktidarın etkisine açık hale getirilmiştir.
Hal böyle iken TBMM çatısı altında oluşturulan
uzlaşma komisyonunda sürdürülen anayasa çalışmalarında Türkiye, AKP’nin “başkanlık”
sistemi önerisi ile karşı karşıya gelmiştir. Başkanlık sisteminin güçler
arasındaki denge ve denetim mekanizmalarının kurulmadan hayata geçirilecek
olması halinde Ortadoğu ya da Güney Amerika’daki devletlerde uygulanan
“otoriter” başkanlık sistemlerinin bir benzerinin ortaya çıkacağını kestirmek
güç olmasa gerektir.
Dolayısıyla kim olursa olsun, denetim ve dengelere
dayanmayan bir başkanlık sisteminde başkan seçilen kişinin “dikatatör” olması
kaçınılmazdır.
Dikatatörlüğün ise özgürlüklerin sonu demek olduğunu
söylemeye gerek olmadığı kanısındayım.
AKP’nin yukarıda tanımlanan tarzda bir yönetim
oluşturma yönünde hızla yol aldığı da bilinen bir gerçektir.
Şimdi
asıl sorun burdadır. İktidar partisi, özgürlüklerin kısıtlanacağı bir yönetim
modeline doğru hızla yol alırken bunu bazı alanlarda özgürlükleri
genişleterek yapmaktadır.
Bunu biraz açmak gerekirse, örneğin başörtüsü
temelde kılık kıyafet özgürlüğü çerçevesinde değerlendirilmektedir. AKP,
kadınlara bu özgürlüğün yolunu açmış, CHP Genel Başkanı da sorunu özgürlük
sorunu olarak görmüş ve bu sorunun çözümüne yapıcı bir katkı koymuştur. Bu
sayede AKP başını örtmek/örttürmek isteyen seçmen nezdinde tam bir destek
sağlamıştır.
Aynı şekilde kürt vatandaşların insan hakları
temelinde talep ettikleri bazı hakların verilmesi yönündeki AKP’nin güttüğü
politikayı özgürlükler içinde değerlendirmek gerekir.
Yine askeri vesayetin bitirilmesi için AKP’nin
çabaları ve aldığı yol bilinmektedir.
Bu durumda, AKP’nin geçmişte yargının yapılanması
hakkındaki anayasa değişikleri ve şimdi yapmayı düşündüğü başkanlık sistemi
ile amaçladığı otoriter sistem özlemleri
dikkate alındığında, yukarıda kısmen de olsa attığı özgürlük adımları görmezden
mi gelinecektir.
CHP’nin zorluğu işte tam bu noktadaki derin
çelişkide yatmaktadır. Bir tarafta iktidar tarafından özgürlük yolunda atılmaya
çalışılan adımlar; diğer taraftan
anayasa değişikliği ile getirilmek istenen başkanlık sisteminin otoriter bir yapı oluşturacak olmasının derin
endişesi.
Buradan
şu sonuç çıkmaktadır. Türkiye demokratik yöntemler kullanılarak hak ve
özgürlüklerin gittikçe sınırlandırılacağı otoriter bir siyasi yapının kurulması
gibi bir durumla karşı karşıyadır.
Buna nasıl karşı konulacaktır. Bir görüşe göre
AKP’nin yaptığı olumlu işler görmezden gelinmeli, hatta tu kaka yapılmalıdır.
Böylece seçmen AKP’ye oy vermekten vazgeçer ve daha özgürlükçü, daha demokratik
bir sistem öneren partileri iktidara getirir. Böylece otoriterleşme
önlenebilinir.
Benim de katıldığım diğer bir görüşe göre sapla
saman karıştırılmamalıdır. Seçmen aptal değildir. Ama seçmen çok teknik konularda getirilen refarandum oylamalarında
bilgi eksikliği nedeniyle yoğun bir propagandanın etkisi altında yanlış
tercihlerde bulunabilmektedir. Bu da çok doğaldır. Seçmenden bu konuda bir
uzman gibi davranması beklenemez. Seçmen daha çok günlük işler ile ilgili olan ve somut olarak gördüğü şeyler
hakkında değerlendirme yapmaktadır. Bu
anlamda seçmen, iktidarın “ortada olan işlerini” “iyi” ya da “kötü” olarak
değerlendirmektedir. Yapılan “iyi” bir
işin görmezden gelinmesi ya da
kötülenmesi, seçmenin gözünde onu görünür olmaktan çıkarmamakta ya da kötü
yapmamaktadır. Bir başka anlatımla bir şey beyazsa; ona siyah demek, onu
siyah yapmamaktadır.
Bana göre bu noktada yapılan olumlu şeyler
görülmeli ve “iyi” olarak değerlendirilmelidir. Seçmenin değerlendirmesi ile
ters düşülmemelidir. Ancak daha iyisinin yapılacağı ve bunun mümkün olduğu anlatılmalıdır.
Daha iyisinin nasıl yapılacağı da somut olarak ortaya konulmalıdır. Yani iyi
pilav pişirilip halkın önüne konmalıdır. Çıta daima yükseklere taşınmalı ve
buna talip olunmalıdır.
Siyasi partiler arasındaki mücadele de hem temel
hak ve özgürlüklerin genişletilmesinde hem de halkın refah düzeyinin
artırılmasında olduğu gibi her alanda daha iyiyi yapma mücadelesi olarak görülmelidir.
Seçmene her zaman “biz daha iyisini yaparız” mesajı verilmelidir. Ancak bu
lafta kalmamalı; hem söylem, hem de eylem bazında seçmene güven verilmelidir.
Öte yandan günümüzün en önemli tartışma konusu
olan başkanlık sistemi hakkında ise; AKP’nin getirmek istediği başkanlık sisteminin ne olduğu, Amerika
Birleşik Devletlerinde bu sistemin hangi denge ve denetim mekanizmaları
üzerinden işlediği, başkanlık sisteminin uygulandığı Latin Amerika ve ortadoğu
ilkelerinde ise niye işlemediği ve niye diktatörlüklere dönüştüğü açıkça “halkın
anlayabileceği bir dille” anlatılmalıdır.
Bazı vatandaşlarımız her zaman koydu mu otutturacak, masaya vurdu
mu ses getirecek başbakan özleminde
olmuşlardır. Bu seçmenler, başkanlık sisteminde de başkanın masaya yumruğunu
vurması halinde tüm meselelerin halledileceğini düşünmektedirler.
Bunlara bu işlerin masaya yumruk vurmakla
halledilemeyeceği uygun bir dille anlatılmalıdır. Uygun dil çok önemlidir.
Başkanlık sistemi, yargı bağımsızlığı, güçler ayrılığı gibi çok teknik hukuki
kurumlar hakkında çoğu kişinin bilgisinin olmaması gayet normaldir. Vatandaş
teknik hukuki bilgiden anlamaz. Ona anlayacağı dille anlatmak gerekir.
Örneğin
devletin uyguladığı bir haksızlık karşısında gidebileceği, sığınabileceği tek
makamın yargı olduğu, onun anlayabileceği bir dille ifade edilmelidir.
Yoksa otoriter
bir sistemde eskilerin deyimiyle “ananı belleyen kadı, kime şikayet edeceksin” durumuna
düşeceği, üstüne basa basa anlatılmalıdır.
Reklam firmaları bir ürünü tanıtırken, ürünün
özelliklerinden hangisinin öne çıkarılacağı konusundaki sorunu, ürünün hitap
edeceği kesime göre çözümlerler.
Ülke yönetimine talip olan bir siyasi partinin
hedef kitlesi tüm vatandaşlardır. Bu ülkede etnik olarak yoğun bir Kürt nüfus
vardır. Ayrıca yoğun bir sünni nüfusun
yanında azımsanmayacak miktarda
alevi vatandaş kitlesi de mevcuttur.
Bu
grupların ayrı ayrı dini, kültürel ve demokratik taleplerinin olması gayet
normaldir. “Cumhurbaşkanı bile oluyorlar”, “doğuya yapılan yatırımın onda biri
bile batıya yapılmıyor”, “doğudaki sorunların benzerleri batıda da var”,
“İbadet yeri camidir, cemevi kültürel bir mekandır”, “Alevilik Ali’yi sevenler
demektir, bu anlamda ben de aleviyim” gibi söylemlerle bu taleplerin
görülmemesi, karşılanmaması kanımca sorunların büyüyerek bu günlere
taşınmasının en büyük nedenlerinden biridir.
Bir siyasi parti, eğer Türkiye’nin partisi olması
iddiasında ise ulusal sınırlar içinde dini, mezhebi, ırkı ne olursa olsun bir
arada yaşamaya mecbur olduğumuz vatandaşların bu tür taleplerine çözüm üretmek
zorundadır.
Bu anlamda vatandaşların taleplerini kısmen karşılayan
ve karşılama vaadinde bulunan AKP gibi
sağ partiler senelerce bu ülkede iktidar olmuşlar ve olmaya devam edeceklerdir.
CHP ise bu talepleri karşılamak yönünde ciddi
politikalar oluşturmaz, vatandaşı
inandıramazsa AKP’nin otoriterleşme yönündeki adımlarının önünde durması zor
görünmektedir.
CHP’nin önünde
kendisinin sağlıklı bir politika üretmesine engel olan benim tespit
ettiğim dört olgu mevcuttur.
Bunlardan birincisi ve belki de en önemlisi
din’dir. CHP, bugüne kadar laiklikle din
arasında sıkışıp kalmıştır. Başörtüsü meselesini de bu kapsamda değerlendirmek
gerekir. CHP’nin bundan kendisini hızla sıyırması, din düşmanı gibi yaygın
bir algıyı hızla yok etmesi
gerekmektedir.
İkincisi, CHP’nin askeri vesayet karşısındaki
tutumudur.
Üçüncüsü, Kürt sorunu hakkındaki politikasının
açık, seçik orta yere konamamasıdır.
Dördüncüsü de
gerek Atatürk zamanında, gerekse İsmet İnönü zamanında yapılan otoriter
uygulamalardır. Bir başka anlatımla CHP’nin tarihi ile ilgili bir özeleştiriyi
yapamamasıdır. Yapılan uygulamaların tarihsel konjöktür içinde
değerlendirilmesi gerektiği açıktır.Demokratik özgürlükler çerçevesinde
yapılacak bir özeleştiri ne Atatürk’ün, ne de İsmet İnönü’nün büyüklüğünü etkilemesi söz konusu bile olamaz.
Günümüzün en önemli siyasi sorunu, otoriter eğilimler gösteren bir iktidarın demokratik
yollardan hızla işbaşından
uzaklaştırılması, yerine demokratik hukuk devletinin gereklerini yerine
getirecek, işsizliği azaltarak ekonomik
ve sosyal her alanda vatandaşlarının refah seviyesini yükseltecek bir iktidarın
hızla işbaşına getirilmesi sorunur. Tarif edilen anlamda bunu sağayacak parti
sosyal demokrat bir partidir. Bu da tüm eksikliklerine rağmen ülkemizde
CHP’dir.
Bu anlamda CHP’ye hem oy, hem de fikir yönünden
katkıda bulunmak, CHP’nin güçlenmesine ve iktidar olmasına yardımcı olmak gerekmektedir.
Bu yazının bir amacı da kendini sosyal demokrat
sayan, daha doğrusu sosyal statü olarak sosyal demokrasinin yanında olması
gereken seçmenlerde bu bilincin
oluşmasına katkıda bulunmaktır.
SON SÖZ:
"İktidar yozlaşır, mutlak iktidar mutlaka yozlaşır"*
sözünün ifade ettiği gibi siyasi, yargısal ve kamuoyu tarafından denetlenmeyen iktidarların ülkeyi götüreceği
yer otoriter bir rejimdir.
Korkumuz budur.
Ülkede muhalefet partisinin varlığı, güçlü olması, iktidar
alternatifi olması bu nedenle çok, ama
çok önemlidir.
Muhalefet partileri, özellikle ana muhalefet partisi, yukarıda
kısmen açıklamaya çalıştığım bütün zorluklarına rağmen muhalefet görevini
yerine getirirken, iktidar alternatifi olduğunu da gösterecek politikalar
geliştirmeli ve halka bu konuda güven vermelidir.
Kısacası korkumuzu yenmemizi sağlamalıdır.
* Bu söz Lord Acton tarafından söylenmiştir. Lord Acton 19. yüzyılda yaşamış bir İngiliz filozofudur. Düşünce tarihinde adı, özgürlükle ilgili önemli çalışmalar yapan bir düşünce adamı olarak geçmiştir.