21 Şubat 2013 Perşembe

MUHALEFET OLMANIN ZORLUKLARI

İKTİDAR UYGULAMALARINA KARŞI
SİYASİ MUHALEFET 
(Yöntemleri,  zorlukları ve ana muhalefet partisine
bazı öneriler)

Bazı toplantılarda iktidarın yaptığı faydalı ve güzel bir icraat hakkında konuşulurken, “yapılan işin faydalı ve yerinde bir iş olduğu” söylendiğinde; bu söylemin, bazı kişiler tarafından “iktidar ağzı ile konuşmak”, “ iktidarın yalakalığına soyunmak” şeklinde  değerlendirildiğine çoğumuz şahit olmuşuzdur. Hatta benim gibi bazıları da şahsen bu suçlamalarla karşı karşıya kalmıştır.
Bu yazının amacı da bu eleştiriler haklı mıdır, ne derecede haklıdır. Yoksa haksız mıdır. Ya da  böyle icraatlara ve eleştirilere nasıl yaklaşılmalı, nasıl bir değerlendirme  yapılmalıdır.
Yazı bu konuda  düşündüklerimi arkadaşlarımla paylaşmak amacıyla kaleme alınmıştır.
Bilhassa Face ve Twitter gibi sosyal paylaşım sitelerinde sanal ortamda insanlar birbirlerini yüz yüze görmediklerinden freni boşalmış bir kamyon gibi  acımasız eleştilerde bulunmakta hatta küfürleşmeye kadar tartışmayı sürdürebilmektedirler.
Her şeyden önce fikir düzeyinde iki kelime etmeden işi küfretmekle ve kaba kuvvetle halledeciğini sananlara rahmetli Mumcu’nun çok önemsediğim bir lafını tekrar etmekle yetineceğim.
“Bilgi sahibi olunmadan fikir sahibi olunmaz”
Ayrıca bu yazı, “kişisel maddi çıkarları için” taraf tutanlara değil, tamamen fikir düzeyinde bir “ideolojiye” sahip olanlar için yazılmıştır. 
Tartışmalarda bazen sapla samanın karıştırıldığı çokca gözlemlenmektedir. Örneğin siyasette “askeri vesayetin” kaldırılması yönünde adımlar atan iktidar partisinin bu yöndeki çabaları ile birlikte Ergenokon davasının da ardında durması çokça karıştırılmakta, iktidarın askeri vesayeti kaldırma yönünde attığı adımların  savunulması, Ergenokon davasının da savunulması şeklinde algıya yol açmaktadır. 
         Ayrıca Ergenokon davalarında görülen hukuk dışı uygulamalar ile davanın içeriğini oluşturan “darbeye teşebbüs” suçunun vahameti  karıştırılmaktadır.
          Muhalefet partilerinin zorluğu da asıl bu noktada toplanmaktadır. Yapılan faydalı ve güzel bir iş ileri sürüldüğünde “ muhalefet partisi olarak” bu icraat nasıl değerlendirilmelidir.
         Kanımca, yapılan icraat tu kaka yapıldığında muhalefet partisinin, bırakın iktidar partisine oy veren seçmenleri,  kararsız seçmenler üzerinde dahi inandırıcılığı kalmamaktadır. Bu durumda bu seçmenlerin kazanılması da zora girmektedir.
        Siyasi partilerin amacının ülkeyi yönetmek olduğu gözetildiğinde ve yönetime de seçmenin oyuyla gelindiği bilindiğine göre bir başka partiye oy vermiş seçmenin oyunu kazanabilmenin önemi açıktır. Olaya CHP açısından bakacak olursak Almanya’dan sosyal demokrat seçmen ithal edilemeyeceğine göre son genel seçimlerde alınan %26’lık oyun 30 ve üstüne çıkarılması ancak bu sayede olabilecektir. 
       Ayrıca siyasi partiler yönetime talip olurken mevcut iktidarın kötü yaptıklarını eleştirmek, yapmadıklarını yapmak, eksik yaptıklarını tamamlamak, iyi yaptıklarının daha iyisini yapmak iddiası ile yola çıkarlar. Ya da hedef seçmen kitlesine yönelik nasıl bir politik tercihte bulunacağını deklare ederler. Seçmenden bu  vaatler ile oy isterler. Bir başka anlatımla hizmet çıtasını daha yüksek bir yere taşırlar.
            Bir muhalefet partisinin özelikle CHP’nin bir başka zorluğu da şurdadır.
Her iktidarda  otoriterleşme eğilimleri bulunur. Eleştirilmek, denetlenmek istenmez. Bu iktidarın doğasında vardır. Yargıyı ayak bağı, muhalafeti ise yapılan işlere takoz olmakla suçlar.
Bu anlamda mevcut iktidar partisinin de özgürlüklerin sınırlandırılmasına yönelik çok ciddi  çabalarının olduğu gözlemlenmektedir. 12 Eylül 2010 tarihinde yapılan referandum ile özellikle HSYK’nun, Anayasa Mahkemesi’nin ve daha sonra Yargıtay ve Danıştay’ın üye yapısına yönelik değişiklikler bu çabaların sonuçlarıdır. Bu değişikliklerden önce yargının bağımsız olmadığı yönünde genel bir kanı varken, bu değişiklerden sonra bu kanı daha da artmıştır. Artık yargının kısmen de olsa bağımsızlığından söz etmek olası değildir.
Bu tespite iktidar yanlısı olmayan tüm Anayasa hukukçusu bilim adamlarının katıldığı söylenebilir.
Özetle iktidarın  yargısal denetimini yapacak özellikle yüksek mahkemeler siyasallaştırılmış, iktidarın etkisine açık hale getirilmiştir.
Hal böyle iken TBMM çatısı altında oluşturulan uzlaşma komisyonunda sürdürülen anayasa çalışmalarında Türkiye, AKP’nin “başkanlık” sistemi önerisi ile karşı karşıya gelmiştir. Başkanlık sisteminin güçler arasındaki denge ve denetim mekanizmalarının kurulmadan hayata geçirilecek olması halinde Ortadoğu ya da Güney Amerika’daki devletlerde uygulanan “otoriter” başkanlık sistemlerinin bir benzerinin ortaya çıkacağını kestirmek güç olmasa gerektir.
Dolayısıyla kim olursa olsun, denetim ve dengelere dayanmayan bir başkanlık sisteminde başkan seçilen kişinin “dikatatör” olması kaçınılmazdır.
Dikatatörlüğün ise özgürlüklerin sonu demek olduğunu söylemeye gerek olmadığı kanısındayım.
AKP’nin yukarıda tanımlanan tarzda bir yönetim oluşturma yönünde hızla yol aldığı da bilinen bir gerçektir.
Şimdi asıl sorun burdadır. İktidar partisi, özgürlüklerin kısıtlanacağı bir yönetim modeline doğru hızla yol alırken bunu bazı alanlarda özgürlükleri genişleterek  yapmaktadır.
Bunu biraz açmak gerekirse, örneğin başörtüsü temelde kılık kıyafet özgürlüğü çerçevesinde değerlendirilmektedir. AKP, kadınlara bu özgürlüğün yolunu açmış, CHP Genel Başkanı da sorunu özgürlük sorunu olarak görmüş ve bu sorunun çözümüne yapıcı bir katkı koymuştur. Bu sayede AKP başını örtmek/örttürmek isteyen seçmen nezdinde tam bir destek sağlamıştır.
Aynı şekilde kürt vatandaşların insan hakları temelinde talep ettikleri bazı hakların verilmesi yönündeki AKP’nin güttüğü politikayı özgürlükler içinde değerlendirmek gerekir.
Yine askeri vesayetin bitirilmesi için AKP’nin çabaları ve aldığı yol bilinmektedir.
Bu durumda, AKP’nin geçmişte yargının yapılanması hakkındaki anayasa değişikleri ve şimdi yapmayı düşündüğü başkanlık sistemi ile  amaçladığı otoriter sistem özlemleri dikkate alındığında, yukarıda kısmen de olsa attığı özgürlük adımları görmezden mi gelinecektir.
CHP’nin zorluğu işte tam bu noktadaki derin çelişkide yatmaktadır. Bir tarafta iktidar tarafından özgürlük yolunda atılmaya çalışılan adımlar;  diğer taraftan anayasa değişikliği ile getirilmek istenen başkanlık sisteminin  otoriter bir yapı oluşturacak olmasının derin endişesi.
Buradan şu sonuç çıkmaktadır. Türkiye demokratik yöntemler kullanılarak hak ve özgürlüklerin gittikçe sınırlandırılacağı otoriter bir siyasi yapının kurulması gibi bir durumla karşı karşıyadır.
Buna nasıl karşı konulacaktır. Bir görüşe göre AKP’nin yaptığı olumlu işler görmezden gelinmeli, hatta tu kaka yapılmalıdır. Böylece seçmen AKP’ye oy vermekten vazgeçer ve daha özgürlükçü, daha demokratik bir sistem öneren partileri iktidara getirir. Böylece otoriterleşme önlenebilinir.
Benim de katıldığım diğer bir görüşe göre sapla saman karıştırılmamalıdır. Seçmen aptal değildir. Ama seçmen çok teknik  konularda getirilen refarandum oylamalarında bilgi eksikliği nedeniyle yoğun bir propagandanın etkisi altında yanlış tercihlerde bulunabilmektedir. Bu da çok doğaldır. Seçmenden bu konuda bir uzman gibi davranması beklenemez. Seçmen daha çok günlük işler ile  ilgili olan ve somut olarak gördüğü şeyler hakkında değerlendirme yapmaktadır.  Bu anlamda seçmen, iktidarın “ortada olan işlerini” “iyi” ya da “kötü” olarak değerlendirmektedir. Yapılan “iyi”  bir işin  görmezden gelinmesi ya da kötülenmesi, seçmenin gözünde onu görünür olmaktan çıkarmamakta ya da kötü yapmamaktadır. Bir başka anlatımla bir şey beyazsa; ona siyah demek, onu siyah yapmamaktadır. 
Bana göre bu noktada yapılan olumlu şeyler görülmeli ve “iyi” olarak değerlendirilmelidir. Seçmenin değerlendirmesi ile ters düşülmemelidir. Ancak daha iyisinin yapılacağı ve bunun mümkün olduğu anlatılmalıdır. Daha iyisinin nasıl yapılacağı da somut olarak ortaya konulmalıdır. Yani iyi pilav pişirilip halkın önüne konmalıdır. Çıta daima yükseklere taşınmalı ve buna talip olunmalıdır.
Siyasi partiler arasındaki mücadele de hem temel hak ve özgürlüklerin genişletilmesinde hem de halkın refah düzeyinin artırılmasında olduğu gibi her alanda daha iyiyi yapma mücadelesi olarak görülmelidir. Seçmene her zaman “biz daha iyisini yaparız” mesajı verilmelidir. Ancak bu lafta kalmamalı; hem söylem, hem de eylem bazında seçmene güven verilmelidir.
Öte yandan günümüzün en önemli tartışma konusu olan başkanlık sistemi hakkında ise; AKP’nin getirmek istediği  başkanlık sisteminin ne olduğu, Amerika Birleşik Devletlerinde bu sistemin hangi denge ve denetim mekanizmaları üzerinden işlediği, başkanlık sisteminin uygulandığı Latin Amerika ve ortadoğu ilkelerinde ise niye işlemediği ve niye diktatörlüklere dönüştüğü açıkça “halkın anlayabileceği bir dille” anlatılmalıdır.
Bazı vatandaşlarımız  her zaman koydu mu otutturacak, masaya vurdu mu ses getirecek başbakan  özleminde olmuşlardır. Bu seçmenler, başkanlık sisteminde de başkanın masaya yumruğunu vurması halinde tüm meselelerin halledileceğini düşünmektedirler.
Bunlara bu işlerin masaya yumruk vurmakla halledilemeyeceği uygun bir dille anlatılmalıdır. Uygun dil çok önemlidir. Başkanlık sistemi, yargı bağımsızlığı, güçler ayrılığı gibi çok teknik hukuki kurumlar hakkında çoğu kişinin bilgisinin olmaması gayet normaldir. Vatandaş teknik hukuki bilgiden anlamaz. Ona anlayacağı dille anlatmak gerekir.
Örneğin devletin uyguladığı bir haksızlık karşısında gidebileceği, sığınabileceği tek makamın yargı olduğu, onun anlayabileceği bir dille ifade edilmelidir.
Yoksa otoriter bir sistemde eskilerin deyimiyle “ananı belleyen kadı, kime şikayet edeceksin” durumuna düşeceği,  üstüne basa basa  anlatılmalıdır.
Reklam firmaları bir ürünü tanıtırken, ürünün özelliklerinden hangisinin öne çıkarılacağı konusundaki sorunu, ürünün hitap edeceği kesime göre çözümlerler.
Ülke yönetimine talip olan bir siyasi partinin hedef kitlesi tüm vatandaşlardır. Bu ülkede etnik olarak yoğun bir Kürt nüfus vardır. Ayrıca yoğun bir sünni  nüfusun yanında  azımsanmayacak miktarda alevi  vatandaş kitlesi de mevcuttur.
Bu grupların ayrı ayrı dini, kültürel ve demokratik taleplerinin olması gayet normaldir. “Cumhurbaşkanı bile oluyorlar”, “doğuya yapılan yatırımın onda biri bile batıya yapılmıyor”, “doğudaki sorunların benzerleri batıda da var”, “İbadet yeri camidir, cemevi kültürel bir mekandır”, “Alevilik Ali’yi sevenler demektir, bu anlamda ben de aleviyim” gibi söylemlerle bu taleplerin görülmemesi, karşılanmaması kanımca sorunların büyüyerek bu günlere taşınmasının en büyük nedenlerinden biridir.
Bir siyasi parti, eğer Türkiye’nin partisi olması iddiasında ise ulusal sınırlar içinde dini, mezhebi, ırkı ne olursa olsun bir arada yaşamaya mecbur olduğumuz vatandaşların bu tür taleplerine çözüm üretmek zorundadır.
Bu anlamda vatandaşların taleplerini kısmen karşılayan ve karşılama vaadinde bulunan  AKP gibi sağ partiler senelerce bu ülkede iktidar olmuşlar ve olmaya devam edeceklerdir.
CHP ise bu talepleri karşılamak yönünde ciddi politikalar  oluşturmaz, vatandaşı inandıramazsa AKP’nin otoriterleşme yönündeki adımlarının önünde durması zor görünmektedir.
CHP’nin önünde  kendisinin sağlıklı bir politika üretmesine engel olan benim tespit ettiğim dört olgu mevcuttur.
Bunlardan birincisi ve belki de en önemlisi din’dir.  CHP, bugüne kadar laiklikle din arasında sıkışıp kalmıştır. Başörtüsü meselesini de bu kapsamda değerlendirmek gerekir. CHP’nin bundan kendisini hızla sıyırması, din düşmanı gibi yaygın bir  algıyı hızla yok etmesi gerekmektedir.
İkincisi, CHP’nin askeri vesayet karşısındaki tutumudur.
Üçüncüsü, Kürt sorunu hakkındaki politikasının açık, seçik orta yere konamamasıdır.
Dördüncüsü de  gerek Atatürk zamanında, gerekse İsmet İnönü zamanında yapılan otoriter uygulamalardır. Bir başka anlatımla CHP’nin tarihi ile ilgili bir özeleştiriyi yapamamasıdır. Yapılan uygulamaların tarihsel konjöktür içinde değerlendirilmesi gerektiği açıktır.Demokratik özgürlükler çerçevesinde yapılacak bir özeleştiri ne Atatürk’ün, ne de İsmet İnönü’nün büyüklüğünü  etkilemesi söz konusu bile olamaz.
Günümüzün en önemli siyasi sorunu, otoriter eğilimler gösteren bir iktidarın demokratik yollardan hızla işbaşından uzaklaştırılması, yerine demokratik hukuk devletinin gereklerini yerine getirecek, işsizliği azaltarak  ekonomik ve sosyal her alanda vatandaşlarının refah seviyesini yükseltecek bir iktidarın hızla işbaşına getirilmesi sorunur. Tarif edilen anlamda bunu sağayacak parti sosyal demokrat bir partidir. Bu da tüm eksikliklerine rağmen ülkemizde CHP’dir.
Bu anlamda CHP’ye hem oy, hem de fikir yönünden katkıda bulunmak, CHP’nin güçlenmesine ve iktidar olmasına  yardımcı olmak gerekmektedir.
Bu yazının bir amacı da kendini sosyal demokrat sayan, daha doğrusu sosyal statü olarak sosyal demokrasinin yanında olması gereken seçmenlerde  bu bilincin oluşmasına katkıda bulunmaktır.

SON SÖZ:
"İktidar yozlaşır, mutlak iktidar mutlaka yozlaşır"* sözünün ifade ettiği gibi siyasi, yargısal ve kamuoyu tarafından  denetlenmeyen iktidarların ülkeyi götüreceği yer otoriter bir rejimdir.
Korkumuz budur.
Ülkede muhalefet partisinin varlığı, güçlü olması, iktidar alternatifi olması  bu nedenle çok, ama çok önemlidir.
Muhalefet partileri, özellikle ana muhalefet partisi, yukarıda kısmen açıklamaya çalıştığım bütün zorluklarına rağmen muhalefet görevini yerine getirirken, iktidar alternatifi olduğunu da gösterecek politikalar geliştirmeli ve halka bu konuda güven vermelidir.
Kısacası korkumuzu yenmemizi sağlamalıdır.

 

* Bu söz Lord Acton tarafından söylenmiştir.  Lord Acton 19. yüzyılda yaşamış bir İngiliz filozofudur. Düşünce tarihinde adı, özgürlükle ilgili önemli çalışmalar yapan bir düşünce adamı olarak geçmiştir.

MESERRET MART 2021

     Bu sayıda Özay Gönlüm'ün bilinmeyen yönleriyle yaşam öyküsünü ve kendisiyle özdeşleşmiş Umman Nine'nin mektuplarından birini ok...