KÜRT
MESELESİ:
Değerli arkadaşlar,
23 Eylül 2023 tarihinde “milliyetçi
muhafazakar” görüşlerinin olduğunu bildiğim bir arkadaşımın “Yılmaz Güney’in
Kürtlerle ilgili söylemlerini içeren bir vidosunu” paylaşması üzerine Kürtler
ve Kürtler bağlamında ülkemizde yaşayan azınlıklar konusundaki aşağıda yazdığım
düşüncelerimi onunla paylaşmıştım.
Terörist başı Öcalan’ın 27 Şubat 2025
tarihli açıklamaları karşısında bu görüşümü güncelleyerek yeniden paylaşma
ihtiyacı hissettim.
Bu yazımdan Kürt güzellemesi
yaptığım, PKK'nın silahlı eylemlerini desteklediğim anlamı çıkartılmasın lütfen.
Güzelleme derken şunu da belirtmek isterim. Her ulus, uluslar camiasının eşit
birer üyesidir. Bir ulusu aşağılamak ya da yüceltmek sadece aşağıladığınız
ulusun size hınç duymasını sağlar; yücelttiğiniz ulusun ise karşısında eziklik
yaşarsınız. Dolayısıyla bütün milletler saygı duymaya değerdir. "Saygı duy
ki saygı gör" sözünde olduğu gibi.
PKK ise bir terör örgütüdür ve masum sivil
insanların ve güvenlik güçlerinin bu örgüt tarafından öldürülmesine şiddetle
karşı çıktığımın bilinmesini isterim. Terör olaylarına hangi amaçla yapılırsa
yapılsın hepimizin karşı çıkması gerekir.
Bu yazı ile özellikle terör olaylarının
sona ermesi için sorumlu bir yurttaş olarak ne yapılabilir, bunun arayışı
içindeyim. Yılmaz Güney paylaşımı buna esin kaynağı oldu. Toplumun
değişik kesimleri ile farklı görüşlerimiz olabilir. Ama bunları tarihsel süreç
içinde somut vakalara dayanarak ve objektif bir bakış açısıyla açıklarsak her birimizin
fikir dağarcığını zenginleştirmiş oluruz.
Öncelikle Yılmaz Güney'den başlayalım.
Yılmaz Güney'in sanatçı yönünü beğenen, beğenmeyenler vardır. Ben orta
yolcuyum. "Bazı" filmleri izlenebilir niteliktedir. O kadar. Ama özel
yaşamı "maço" bir erkek, adi bir katil ve hapishaneden kaçıp giderken
kendine "siyasi bir kimlik" yapıştıran ve bunu izlediğim videoda öne
çıkaran birisidir. Kürt müdür, değil midir, bilmiyorum. Ama onun bu videoda
söylediklerinden yola çıkarak son 30-40 yıldan bu yana bizim kuşağın tanık
olduğu Kürt sorunu hakkındaki düşüncelerimi paylaşmak istiyorum.
Bu konuda söylenecek çok söz var.
PKK'nın ülkemizde giriştiği terör olayları nedeniyle gerek güvenlik gerekse
sivil vatandaşlarımızın şehit olmalarından elbette büyük üzüntü duyuyor ve bir
an önce bu olayların sona ermesini, bölgenin ve ülkemizin sükunete kavuşmasını,
bölgede ve ülkemizin diğer yörelerinde yaşayan Türklerin, Kürtlerin,
Arapların ve diğer etnik kökene sahip Türkiye Cumhuriyeti Devleti yurttaşlarının
refah içinde yaşamasını arzu ediyoruz.
Bir an için Türkiye'de PKK'nın giriştiği
terör olaylarını bir kenara bırakarak olaya daha geniş bir perspektiften
bakalım. Soruna önce Kürt ulusu diye bir millet var mı yok mu bunu tespit
etmekle yaklaşmak gerekiyor. Bazılarına göre Kürtler, Türk ırkının bir koludur.
Türk ırkının bir kolu olduğunu savunanlar azınlıktır ve Kürtleri, Türk ırkının
içinde asimile etmeye çalışan, Kürt ırkını yok sayan bir anlayışı savunur.
Örneğin Kenan Evren, Kürtlerin dağda yaşayan Türkler olduğunu ve karlara
bastıkça çıkan kart kurt sesinden Kürt ismini aldıkları gibi saçma sapan bir
laf etmiştir. O dönemin siyasileri, Çiller ve güvenlik bürokrasisi
örneğin Mehmet Ağar ve derin devlet dediğimiz bazı generaller Kenan Evren'in
tezine uygun olarak Kürt ırkını inkar, Kürtçe'yi, Kürtçe türkü içeren
kasetleri, kitapları yasaklamışlardır. Bir annenin hapishanedeki çocuğu ile
anadilinde hasret gidermesini engellemişlerdir. 12 Eylül döneminde
Diyarbekir cezaevinde bir babanın oğlu tarafında tokatlanmasına, dışkı
yedirilmesine varan işkenceleri görmezden gelmişlerdir. Beyaz Toroslar, faili
meçhul cinayetler, köy boşaltmaları basına yansıyan olaylardan bazılarıdır. CHP
milletvekili Sezgin Tanrıkulu'nun basına yansıyan ve dokunulmazlığının kaldırılmasının
istenmesine kadar varan tepkilere neden olan açıklamalarında -uslup uygun
olmasa da- haklılık payı vardır. Bütün bunları güvenlik gerekçesiyle açıklamak
mümkündür ama Kürtlerin bunlara rağmen giriştikleri siyasi ve silahlı eylemleri
açıklamakta yetersizdir.
Şimdi olaya biraz sosyolojik bir
pencereden bakalım.
Bana göre Kürtler ayrı bir kavimdir. Dil
unsurunu millet ayrımında temel alacak olursak ve Kürtçenin de ayrı
bir dil ailesine mensup olduğunu kabul edersek Kürtlerin ayrı bir kavim olduğu
ortaya çıkar.
Şimdi Kürtlerin yoğun olduğu coğrafya
parçasına bakarsak, bu kavmin Irak, İran, Türkiye üçgeninde, kısmen Suriye'nin
Kuzey doğusunda Avrupa'ya doğru uzanan bir geçiş bölgesinde yaşadıklarını
görüyoruz.
Şimdi de Yılmaz Güney'in sözlerine
atıf yaparak soruna Kürtler açısından bakalım. Buradan baktığımızda yüzyıllar
boyu bu geçiş bölgesinde İranlıların, Türklerin (Selçuklu ve Osmanlının) ve
Arapların (Daha eski Anadolu kavimlerini saymıyorum bile) egemenliği altında
yaşadıklarını anlıyoruz. Bu dönemde gerek Orta Asya'da gerekse Avrupa'da
her ulusun feodal yaşam biçimini de göz önünde tuttuğumuzda feodal
beylerin bağlı oldukları kraldan kısmen özerk yani yarı bağımsız
davranabildiklerini tarih kitaplarında okuduk.
Osmanlı coğrafyasında da Kürt feodal beylerin de içinde olduğu yerel feodal
beyler vardı ve bunlar kısmen özerkti. Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra
feodalitenin sona erip ulus devletlerin kurulmasıyla dünya adeta yeniden
kurulmuştur. -ki Türkiye Cumhuriyeti de tarihin bu akışına uygun olarak Atatürk
tarafından kurulmuş ve bağımsız bir ulus devlet olarak çağdaşı devletler içinde
yerini almıştır.- Almanya, Avusturya,
Yunanistan, Bulgaristan vs vs . bunlara örnektir.
Uluslaşma sürecinde, bu aşamayı geçemeyip,
bir devlet kuramayan az da olsa bazı uluslar vardır. Bunlardan biri de
Kürtlerdir.
Tarih akmaya devam etmekte ve yeni keşif
ve buluşlarla feodal ilişkilerin yerini Sanayi devriminin yarattığı
sosyal ilişkiler almıştır. Yurttaşlık bilinci, milliyetçilik, işçi
işveren ilişkileri, sendikalar gibi sınıfsal örgütler; kominist, faşist,
cumhuriyet, monarşi gibi yeni ulus devlet biçimleri ortaya çıkmıştır. Bu dönem aynı
zamanda aydınlanma çağıdır. Matbaanın bulunması, okur yazar oranlarının
artması, bilhassa batıda üniversitelerin beşeri ve tabii bilimlerde
yeni yeni fikir ve buluşlara imza atmaları sanayi devrimini hızla
geliştirmiştir.
Şuraya gelmek istiyorum.
Uluslaşma sürecinin önderleri, fikir
babaları bu süreç sonunda özellikle 1789 Fransız devriminden sonra ortaya
çıkmış ve uluslaşmanın ateşini bunlar yakmıştır.
Atatürk de bunlarda biridir.
Kürtlerin de bu süreçten etkilenmemesi
mümkün değildi. Kürtlerin fikir adamları, aydınları, sanatçıları
uluslaşmanın farkındadır ve bağımsız bir ulus devlet olarak yaşamayı
diğer uluslar gibi Kürtlerin de hakkı olduğunu savunmuş ve bu uğurda mücadele
etmeye başlamışlardır.
Yılmaz Güney'in, diğer Kürt sanatçı ve
aydınlarının (kendileri açısından) söylemlerini bu çerçevede anlamak gerekir.
Şimdi olayı bir başka perspektiften
değerlendirelim. Yani uluslaşma sürecini tamamlamış, ulus devlet olarak siyasi
örgütlenmesini tamamlamış Türkiye, İran ve Irak açısından bakalım.
Yukarıda belirttim. Kürtler bu
ülkelerin kesişim kümesinde azınlık (en azından Türkiye'de hukuken
azınlık değiller ama sosyolojik olarak azınlık) olarak yaşamlarını
sürdürmektedir. Bu ülkelerden Türkiye'de baskın ırk “Türk ırkı”dır.
Türkiye'de Kürtler hukuken eşit birer yurttaş olarak varlığını
sürdürmekte ancak sosyolojik olarak bilhassa Güneydoğu'da feodalitenin birer
kurumu olan şeyhlik ve ağalık sisteminin hala derin etkisi altındadır. Feodal
ağalar (Örnek Bucak aşireti) ve şeyhler (Örnek Menzil tarikatı) mevcut siyasi iktidarla uyum içinde maddi
çıkarlarını koruma peşindedir.
Ancak bir avuç Kürt aydın gerek Türkiye'de
gerekse diğer komşu ülkelerde Kürt feodalitesine karşı çıkarak bağımsız bir
ulus devlet arayışındadır. Bu arayış bazı Kürtleri siyasi, bazılarını da
silahlı mücadeleye yönlendirmiştir. Bu mücadelelerin sonucunda Kuzey
Irak'ta özerk bir Kürt yönetimi oluşmuştur. Ama Kürtlerin bağımsızlık
mücadelesi bitmemiştir. Siyasi/silahlı mücadeleleri devam
etmektedir.
PKK'da bunlardan biri olarak kurulmuş ama PKK terör yöntemlerini benimsemiş, uyuşturucudan insan ve silah kaçakçılığına varan eylemlerin yanında sivil, asker demeden insanları katleden farklı bir terörist yapıya bürünmüştür. Hal böyle olunca Kürtlerin bu mücadelesi emperyalistlerin Ortadoğu'daki devletlerin içişlerine açık müdahalesini, bölgedeki çıkarları için Kürtleri kullanmasını beraberinde getirmiştir.
İşin bu yanını daha sonraya bırakalım ve biz Türkler, Anadolu'da yaşayan
çoğunluk/baskın ırk olarak bölgemizde yaşanan ve nedenlerini yukarıda
açıkladığım PKK'nın silahlı eylemlerini nasıl sonlandırabiliriz, ölümlerin
önüne nasıl geçebiliriz sorusuna cevap arayalım. AKP iktidarı geçmişte
"çözüm süreci" adını verdiği bir politik yöntemle bu sorunu
sonlandırmaya niyetlenmiş ama ne olduysa (bana göre derin devlet
istemedi) bu süreç akamete uğramış ve başarısızlıkla sonuçlanmıştır.
Burada bir ulus devlet içinde birlikte
yaşayan baskın ve azınlıkta kalan ırkın bireylerinin psikolojisinden de söz
etmek yerinde olacaktır.
Bu insanların herhangi bir ırk
çatışmasında içine girdikleri duygu durumunu açıklamadan Kürt ya da azınlıklar
sorununu anlamamız mümkün değildir.
Azınlık bir gruba ait bireyler her zaman
kendilerine haksızlık yapıldığı düşüncesini taşır. Çoğunluğun içinde pısarlar.
Fırsatını bulduklarında da isyan ederler ve isyan teşebbüsleri çoğunluğun
hakim olduğu devletin güvenlik güçleri tarafından bastırılır. Çoğunluğun
psikolojisi ise tam tersine üstten bir bakış ve özgüven taşır. Çoğunluğun
içinde çoğunluğun görüşüne sahip bireyler daha rahat ve güven içinde mağrur bir
şekilde hareket eder. Azınlıkta kalan bireyler ise çoğunluğun görüşünden farklı
düşünenlerdir. Bunlar bırakın yönetime gelmeyi, çoğunluğun içinde rahat hareket
edemezler. Görüşleri devamlı baskılanır. Dışlanırlar. Ve son aşamada ayrılık
gündeme gelir. Bu durum aynı ulus içinde, partilerde, dini ve mezhepsel
gruplar için de geçerlidir. Örneğin yakın geçmişte yaşanan Meral Akşener,
Muharrem İnce olaylarında olduğu gibi. Bu kişiler partilerinin içinde azınlıkta
kalmışlar ve dışlanmışlardır. Sonuçta ayrılarak kendi partilerini kurmuşlardır.
Çoğunluk, azınlıkta kalan bireyin/toplumun ekonomik, sosyal ve siyasal akıllarına ne gelirse her isteklerinin karşılandığını ifade eder. Halbuki bunlar her zaman yeterli değildir. (Ki bu isteklerin karşılandığı tartışmalıdır. Kölelerin de karnı bir şekilde doymaktadır.) Azınlığın kendini ifade etme gibi sosyolojik ihtiyaçları da vardır. İşte baskın ırkın mensupları azınlığın sosyolojik (geniş tanımlı) istek ve ihtiyaçları söz konusu olduğunda bunları görmezden gelir. Ve yıllar boyunca kuşaktan kuşağa bu ihtiyaçlar aktarılarak birikir. Eğer bu ihtiyaçlar tatmin edici bir şekilde karşılanmazsa işler bu noktada karışmaya başlar.
Bülbülü altın kafese koymuşlar, o yine de
"ah vatanım" demiş, özdeyişinde olduğu gibi. Burada vatan sosyolojik
ihtiyaçlara da karşılık gelmektedir.
Burada sorun baskın ırkın bakış açısında
yatmaktadır. Şu söz her şeyi açıklar niteliktedir.
"Ne istedilerse verdik."
Yani birlikte yaşamanın gereklerini
birlikte kararlaştırmak yerine üstten bir bakışla "vermeyi,
lütfetmeyi" öne çıkarırlar.
Öncelikle bunu kabul etmemiz gerekiyor:
“Ülkemizin dört bir yanına dağılmış, eskiden beri yaşadıkları coğrafyadan daha yoğun olarak özellikle büyük kentlerde etle tırnak gibi iç içe yaşadığımız KÜRTLERLE BİRLİKTE YAŞAMAYA ADETA MAHKUMUZ. YANİ ONLARI BU COĞRAFYADAN SÖKÜP ATMAMIZ YA DA YOK ETMEMİZ MÜMKÜN DEĞİLDİR.”
Şimdi birlikte yaşamayı kolaylaştıracak,
birlikte refahımızı artıracak, dolayısıyla bir devletin eşit birer yurttaşı
olarak etnik kökenimizin kodlarımıza kazıdığı dil gibi, kendini
ifade etme gibi, kültürel özelliklerini yaşama gibi sosyolojik yaşam
gerekliliklerinin azınlıklar tarafından kullanılmasını özellikle baskın ırka
mensup bireyler tarafından önerilip hayata geçirilmesi gerekmektedir.
Bu kapsamda Türk milliyetçisi bir partinin
genel başkanının çağrısı -altında yatan nedenlerden bağımsız olarak- önemlidir.
Şu bir zulümdür.
Anasından doğduğunda öğrendiği Kürtçenin
yerine Kürtçenin yok sayılarak bir Kürt çocuğunun ilkokulda doğrudan
Türkçe ile öğrenime devam ettirilmeye çalışılması zaten ağalık ve şeyhlik
baskısı altında olan bir Kürde yapılacak en büyük haksızlıktır.
Bunu baskın ırk olarak bizim
önlememiz ve buna bir çare üretmemiz gereklidir.
Bugün başta İngilizce olmak üzere bazı
dillerin ağırlıklı olarak eğitim müfredatında yer aldığını biliyoruz. Hatta
eğitim dili İngilizce olan üniversitelerimiz var. Azınlık okulları
dediğimiz Rum ve Ermeni kilise okullarında da böyle. Resmi Dil Türkçe, eğitim
müfredatı Türk okullarına uygun ama kendi dil ve sosyal özelliklerinin de
korunarak eğitim verildiği okullarımız var. Hatta bir vesileyle
PTT'nin 444'lü çağrı merkezini aradığımda verilen yanıtın içinde Arapça da
vardı. Çoğu özel ve devlet kurumlarının çağrı merkezlerini aradığımızda
İngilizce "Pres nine for English- İngilizce için 9'u tuşlayın"
gibi bir yanıtla karşılaştığımıza siz de tanıklık etmişsinizdir.
Bütün bunlar göz önünde tutularak Kürt
yurttaşlarımızın haksızlığa uğradığı açıktır. Yaklaşık 20 milyon Kürdün
yaşadığı ülkemizde Kürtçenin yok sayılmasını takdirlerinize
sunuyorum.
Ne yapılmalı?
Kürtlerin yoğun yaşadığı bölgelerde okullarımızda
İlkokuldan itibaren Türkçe'nin yanında isteyenlere Kürtçenin de
öğretildiği bir yöntem en azından İstanbul ve Diyarbekir gibi bazı
illerde/pilot okullarda uygulamaya sokulmalıdır. Türkçe nasıl bizim dilimizse
ve resmi/ortak dil olarak kabul ediyorsak Kürtçeyi de "bizim bir dilimiz
olarak" kabul edip, onun yaşatılmasını sağlamalıyız. Bunu baskın ırk
olarak bizim önerip hayata geçirmemiz gerekir.
Arkasından Kürtlerin kendilerini her yerde
ve her zaman ifade etmelerini, kültürel varlıklarını yaşamalarını da sağlamamız
gerekli ve şarttır.
Anayasanın 66. maddesinde
belirtilen "Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür.
Türk babanın veya Türk ananın çocuğu Türktür." Tanımı ülkemizde yaşayan
etnik grupları da içine alacak şekilde değiştirilmelidir
Örneğin: "Türkiye Cumhuriyeti devleti topraklarında yaşayan ve Türk
devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan etnik kökeni ne olursa olsun herkes
vatandaşlık hukuku yönünden Türktür." gibi.
Bu ibare Anayasanın başlangıç metninde daha
ayrıntılı bir şekilde düzenlenerek bu insanların etnik kökenlerinin yok
sayılmadığı belirtilebilir. Bunlar yeter mi elbette yetmez. Güneydoğu'da
Antep dışında sanayi yok denecek kadar azdır. Bingöl, Muş, Tunceli gibi
kentlerde hiç fabrika yoktur. İşsizlik diz boyudur. Terör örgütünün
adeta insan kaynağıdır. Bu insanlara iş sağlayacak ortamlar
yaratılmalıdır. Adapazarı'nda Sabancı'nın fabrikasında çalışan bir Kürdün
dağla/terörle ilgisi yoktur.
Çok önemli bir konuya daha parmak basmak
istiyorum. Dış siyaset. Ülkemizi her alanda bağımsız kılacak ekonomik
gelişmişlik düzeyine çıkarmamız ve ABD ve AB gibi ülkelerin himmetine muhtaç
bırakmamız gerekiyor. Yani PKK ve ayrılıkçıların bu ülkeler tarafından
kullanılmasını engellemek zorundayız.
Daha çok öneriler geliştirilebilir.
İnanıyorum ki bunlar hayata geçirildiğinde PKK denilen terör örgütü gittikçe
zayıflayacaktır.
Ha... Bütün bunlara rağmen ayrılıkçı
örgütler olmaz mı? Olabilir. Ama bunlarla mücadele artık çok kolaylaşacaktır ve
bunlar Kürtlerden de taban ve destek bulamayacaktır.
Şunu lütfen unutmayalım.
Yaklaşık 40 yıldır güvenlik politikaları
ile yapılan mücadelenin bir işe yaramadığı maalesef bellidir. Bu mücadelede
içimizi yakan yaklaşık 9 bin güvenlik görevlisi şehit oldu, 6 bin sivil vatandaşımız
hayatını kaybetti bir o kadar yaralanan sakat kalan oldu ama terörün sonu
getirilemedi.
Şu an dahi terör olayları bitmiş
değil. Ayrılıkçı Kürt hareketleri devam etmektedir.
Ve bizim baskın ırk olarak bu soruna acil
bir çözüm bulmamız gerekmektedir.
Benimki çözüm önerilerinden sadece
biridir.
Bahçeli’nin çağrısıyla başlayan ve
Öcalan’ın çağrısı ile –altında yatan nedenler ne olursa olsun- gelinen nokta
önemlidir.
Gelinen noktanın Türkiye’de mevcut
otoriter yönetimin iktidarını gelecekte de sürdürme çabalarına kurban
edilmemesi önemlidir.
Ancak bu çabaların iktidarın kendi kurduğu
bir oyun planı içinde kaybolup gideceği ve yine Kürtlerin de dahil olduğu
toplumun daha da otoriterleşecek bir yönetim altında yaşayacağı yönünde yoğun
tartışmalar mevcuttur.
Benim de katıldığım bu görüşe göre mevcut
iktidar, Kürtlere vereceği “ben havuç olarak değerlendiriyorum” anayasanın 42.
Maddesinde yer alan ‘ana dilde eğitim’ ve 66. Maddesinde yer alan ‘vatandaşlık’
tanımının değiştirilmesi karşılığında yönetim yetkisini Kürt milletvekillerinin
oyuyla en azından bir dönem daha uzatmayı amaçlamaktadır.
Kürtler dolayısıyla meclisteki Kürt
milletvekilleri ana dilde eğitim ve vatandaşlık kavramının değiştirilmesi
karşılığında mevcut otoriter yönetimin en azından bir dönem daha iktidarda
kalmasına yol verecekler mi?
Geleceğimiz Kürtlerin vereceği bu cevaba bağlıdır.
Bence Kürtlerin ve toplumun bunu iyice
analiz etmesi gerekmektedir.
Otoriter bir rejimin yani yasama, yargı ve
yürütmenin tek elde toplandığı, anayasanın tanınmadığı; yargının, iktidarın bir
sopası olarak kullanıldığı bir yönetim anlayışı içinde Kürtlerin bu kazanımları
nasıl hayat bulacaktır ve garantisi ne olacaktır? Sorusu Kürtlerin olduğu kadar
toplumun geniş kesimleri önünde de can yakıcı bir sorun olarak durmaktadır.
Her şeye rağmen gelinen noktada Kürt
sorunu TBMM çatısı altında her partinin içinde mevcut Kürt
milletvekillerinin de katılımıyla yukarıda belirttiğim otoriterleşme
eğilimlerine karşı uyanık olarak ve karşı çıkılarak çözüm önerileri
tartışılmalı ve bulunan çözümler hızla hayata geçirilerek ölümlerin önüne artık
geçilmelidir.
Saygılarımla. 01.03.2025
Yakup Pekel