3 Mart 2025 Pazartesi

 

KÜRT MESELESİ:

Değerli arkadaşlar,

23 Eylül 2023 tarihinde “milliyetçi muhafazakar” görüşlerinin olduğunu bildiğim bir arkadaşımın “Yılmaz Güney’in Kürtlerle ilgili söylemlerini içeren bir vidosunu” paylaşması üzerine Kürtler ve Kürtler bağlamında ülkemizde yaşayan azınlıklar konusundaki aşağıda yazdığım düşüncelerimi onunla paylaşmıştım.

Terörist başı Öcalan’ın 27 Şubat 2025 tarihli açıklamaları karşısında bu görüşümü güncelleyerek yeniden paylaşma ihtiyacı hissettim.

Bu yazımdan Kürt güzellemesi  yaptığım, PKK'nın silahlı eylemlerini desteklediğim anlamı çıkartılmasın lütfen. Güzelleme derken şunu da belirtmek isterim. Her ulus, uluslar camiasının eşit birer üyesidir. Bir ulusu aşağılamak ya da yüceltmek sadece aşağıladığınız ulusun size hınç duymasını sağlar; yücelttiğiniz ulusun ise karşısında eziklik yaşarsınız. Dolayısıyla bütün milletler saygı duymaya değerdir. "Saygı duy ki saygı gör" sözünde olduğu gibi.

PKK ise bir terör örgütüdür ve masum sivil insanların ve güvenlik güçlerinin bu örgüt tarafından öldürülmesine şiddetle karşı çıktığımın bilinmesini isterim. Terör olaylarına hangi amaçla yapılırsa yapılsın hepimizin karşı çıkması gerekir. 

Bu yazı ile özellikle terör olaylarının sona ermesi için sorumlu bir yurttaş olarak ne yapılabilir, bunun arayışı içindeyim. Yılmaz Güney paylaşımı buna esin kaynağı oldu.  Toplumun değişik kesimleri ile farklı görüşlerimiz olabilir. Ama bunları tarihsel süreç içinde somut vakalara dayanarak ve objektif bir bakış açısıyla açıklarsak her birimizin fikir dağarcığını zenginleştirmiş oluruz.

Öncelikle Yılmaz Güney'den başlayalım. Yılmaz Güney'in sanatçı yönünü beğenen, beğenmeyenler vardır. Ben orta yolcuyum. "Bazı" filmleri izlenebilir niteliktedir. O kadar. Ama özel yaşamı "maço" bir erkek, adi bir katil ve hapishaneden kaçıp giderken kendine "siyasi bir kimlik" yapıştıran ve bunu izlediğim videoda öne çıkaran birisidir. Kürt müdür, değil midir, bilmiyorum. Ama onun bu videoda söylediklerinden yola çıkarak son 30-40 yıldan bu yana bizim kuşağın tanık olduğu Kürt sorunu hakkındaki düşüncelerimi   paylaşmak istiyorum.

Bu konuda söylenecek çok söz var.  PKK'nın ülkemizde giriştiği terör olayları nedeniyle gerek güvenlik gerekse sivil vatandaşlarımızın şehit olmalarından elbette büyük üzüntü duyuyor ve bir an önce bu olayların sona ermesini, bölgenin ve ülkemizin sükunete kavuşmasını, bölgede ve ülkemizin diğer yörelerinde  yaşayan Türklerin, Kürtlerin, Arapların ve diğer etnik kökene sahip Türkiye Cumhuriyeti  Devleti yurttaşlarının refah içinde yaşamasını arzu ediyoruz.

Bir an için Türkiye'de PKK'nın giriştiği terör olaylarını bir kenara  bırakarak olaya daha geniş bir perspektiften bakalım.  Soruna önce Kürt ulusu diye bir millet var mı yok mu bunu tespit etmekle yaklaşmak gerekiyor. Bazılarına göre Kürtler, Türk ırkının bir koludur. Türk ırkının bir kolu olduğunu savunanlar azınlıktır ve Kürtleri, Türk ırkının içinde asimile etmeye çalışan, Kürt ırkını yok sayan bir anlayışı savunur. Örneğin Kenan Evren, Kürtlerin dağda yaşayan Türkler olduğunu ve karlara bastıkça çıkan kart kurt sesinden Kürt ismini aldıkları gibi saçma sapan bir laf etmiştir. O dönemin siyasileri,  Çiller ve güvenlik bürokrasisi örneğin Mehmet Ağar ve derin devlet dediğimiz bazı generaller Kenan Evren'in tezine uygun olarak Kürt ırkını inkar, Kürtçe'yi, Kürtçe türkü içeren kasetleri, kitapları yasaklamışlardır. Bir annenin hapishanedeki çocuğu ile anadilinde hasret gidermesini engellemişlerdir. 12 Eylül  döneminde Diyarbekir cezaevinde bir babanın oğlu tarafında tokatlanmasına, dışkı yedirilmesine varan işkenceleri görmezden gelmişlerdir. Beyaz Toroslar, faili meçhul cinayetler, köy boşaltmaları basına yansıyan olaylardan bazılarıdır. CHP milletvekili Sezgin Tanrıkulu'nun basına yansıyan ve dokunulmazlığının kaldırılmasının istenmesine kadar varan tepkilere neden olan  açıklamalarında -uslup uygun olmasa da- haklılık payı vardır. Bütün bunları güvenlik gerekçesiyle açıklamak mümkündür ama Kürtlerin bunlara rağmen giriştikleri siyasi ve silahlı eylemleri açıklamakta yetersizdir. 

Şimdi olaya biraz sosyolojik bir pencereden bakalım.  

Bana göre Kürtler ayrı bir kavimdir. Dil unsurunu  millet ayrımında temel alacak olursak ve Kürtçenin de  ayrı bir dil ailesine mensup olduğunu kabul edersek Kürtlerin ayrı bir kavim olduğu ortaya çıkar. 

Şimdi Kürtlerin yoğun olduğu coğrafya parçasına bakarsak, bu kavmin Irak, İran, Türkiye üçgeninde, kısmen Suriye'nin Kuzey doğusunda  Avrupa'ya doğru uzanan bir geçiş bölgesinde yaşadıklarını görüyoruz.

Şimdi de  Yılmaz Güney'in sözlerine atıf yaparak soruna Kürtler açısından bakalım. Buradan baktığımızda yüzyıllar boyu bu geçiş bölgesinde İranlıların, Türklerin (Selçuklu ve Osmanlının) ve Arapların (Daha eski Anadolu kavimlerini saymıyorum bile) egemenliği altında yaşadıklarını anlıyoruz. Bu dönemde gerek Orta Asya'da gerekse Avrupa'da her ulusun feodal yaşam biçimini de göz önünde tuttuğumuzda  feodal beylerin bağlı oldukları kraldan kısmen  özerk yani  yarı bağımsız davranabildiklerini tarih kitaplarında okuduk.

Osmanlı coğrafyasında da Kürt feodal beylerin de içinde olduğu yerel feodal beyler vardı ve bunlar kısmen özerkti.   Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra feodalitenin sona erip ulus devletlerin kurulmasıyla dünya adeta yeniden kurulmuştur. -ki Türkiye Cumhuriyeti de tarihin bu akışına uygun olarak Atatürk tarafından kurulmuş ve bağımsız bir ulus devlet olarak çağdaşı devletler içinde yerini almıştır.-  Almanya, Avusturya, Yunanistan, Bulgaristan vs vs . bunlara örnektir.

Uluslaşma sürecinde, bu aşamayı geçemeyip, bir devlet kuramayan  az da olsa bazı uluslar vardır. Bunlardan biri de Kürtlerdir.

Tarih akmaya devam etmekte ve yeni keşif ve buluşlarla  feodal ilişkilerin yerini Sanayi devriminin yarattığı sosyal ilişkiler  almıştır. Yurttaşlık  bilinci, milliyetçilik, işçi işveren ilişkileri, sendikalar gibi sınıfsal örgütler; kominist, faşist, cumhuriyet, monarşi gibi yeni ulus devlet biçimleri ortaya çıkmıştır. Bu dönem aynı zamanda  aydınlanma çağıdır. Matbaanın bulunması, okur yazar oranlarının artması, bilhassa batıda üniversitelerin   beşeri ve tabii bilimlerde  yeni yeni fikir ve buluşlara imza atmaları sanayi devrimini hızla geliştirmiştir.

Şuraya gelmek istiyorum.

Uluslaşma sürecinin önderleri, fikir babaları bu süreç sonunda özellikle 1789 Fransız devriminden sonra ortaya çıkmış ve uluslaşmanın ateşini bunlar yakmıştır.

Atatürk  de bunlarda biridir.

Kürtlerin de bu süreçten etkilenmemesi mümkün değildi. Kürtlerin fikir adamları,  aydınları, sanatçıları  uluslaşmanın  farkındadır ve bağımsız bir ulus devlet olarak yaşamayı diğer uluslar gibi Kürtlerin de hakkı olduğunu savunmuş ve bu uğurda mücadele etmeye başlamışlardır. 

Yılmaz Güney'in, diğer Kürt sanatçı ve aydınlarının (kendileri açısından) söylemlerini bu çerçevede anlamak gerekir.

Şimdi olayı bir başka perspektiften değerlendirelim. Yani uluslaşma sürecini tamamlamış, ulus devlet olarak siyasi örgütlenmesini tamamlamış Türkiye, İran ve Irak açısından bakalım. 

Yukarıda belirttim. Kürtler bu ülkelerin  kesişim kümesinde azınlık (en azından Türkiye'de hukuken azınlık değiller ama sosyolojik olarak azınlık) olarak yaşamlarını sürdürmektedir. Bu ülkelerden Türkiye'de baskın ırk “Türk ırkı”dır. Türkiye'de  Kürtler hukuken eşit birer yurttaş olarak varlığını sürdürmekte ancak sosyolojik olarak bilhassa Güneydoğu'da feodalitenin birer kurumu olan şeyhlik ve ağalık sisteminin hala derin etkisi altındadır. Feodal ağalar (Örnek Bucak aşireti) ve şeyhler (Örnek Menzil tarikatı) mevcut siyasi iktidarla uyum içinde  maddi çıkarlarını  koruma peşindedir.

Ancak bir avuç Kürt aydın gerek Türkiye'de gerekse diğer komşu ülkelerde Kürt feodalitesine karşı çıkarak bağımsız bir ulus devlet arayışındadır. Bu arayış bazı  Kürtleri siyasi, bazılarını da silahlı mücadeleye yönlendirmiştir. Bu mücadelelerin sonucunda Kuzey Irak'ta özerk bir Kürt yönetimi oluşmuştur. Ama Kürtlerin bağımsızlık mücadelesi bitmemiştir. Siyasi/silahlı mücadeleleri  devam etmektedir. 

PKK'da bunlardan biri olarak kurulmuş ama PKK  terör yöntemlerini benimsemiş, uyuşturucudan insan ve silah kaçakçılığına varan eylemlerin yanında sivil, asker demeden  insanları katleden farklı bir terörist yapıya bürünmüştür.  Hal böyle olunca Kürtlerin bu mücadelesi emperyalistlerin Ortadoğu'daki devletlerin içişlerine açık müdahalesini, bölgedeki çıkarları için Kürtleri kullanmasını beraberinde getirmiştir. 

İşin bu yanını daha sonraya bırakalım ve biz Türkler, Anadolu'da yaşayan çoğunluk/baskın ırk olarak bölgemizde yaşanan  ve nedenlerini yukarıda açıkladığım PKK'nın silahlı eylemlerini nasıl sonlandırabiliriz, ölümlerin önüne nasıl geçebiliriz sorusuna cevap  arayalım. AKP iktidarı geçmişte "çözüm süreci" adını verdiği bir politik yöntemle bu sorunu sonlandırmaya niyetlenmiş ama ne olduysa (bana göre derin devlet  istemedi) bu süreç akamete uğramış ve başarısızlıkla sonuçlanmıştır.

Burada bir ulus devlet içinde birlikte yaşayan baskın ve azınlıkta kalan ırkın bireylerinin psikolojisinden de söz etmek yerinde olacaktır.

Bu insanların herhangi bir ırk çatışmasında içine girdikleri duygu durumunu açıklamadan Kürt ya da azınlıklar sorununu anlamamız mümkün değildir.

Azınlık bir gruba ait bireyler her zaman kendilerine haksızlık yapıldığı düşüncesini taşır. Çoğunluğun içinde pısarlar. Fırsatını bulduklarında da isyan ederler ve isyan teşebbüsleri çoğunluğun  hakim olduğu devletin güvenlik güçleri tarafından bastırılır. Çoğunluğun psikolojisi ise tam tersine  üstten bir bakış ve özgüven taşır. Çoğunluğun içinde çoğunluğun görüşüne sahip bireyler daha rahat ve güven içinde mağrur bir şekilde hareket eder. Azınlıkta kalan bireyler ise çoğunluğun görüşünden farklı düşünenlerdir. Bunlar bırakın yönetime gelmeyi, çoğunluğun içinde rahat hareket edemezler. Görüşleri devamlı baskılanır. Dışlanırlar. Ve son aşamada ayrılık gündeme gelir.  Bu durum aynı ulus içinde, partilerde, dini ve mezhepsel gruplar için de geçerlidir.  Örneğin yakın geçmişte yaşanan Meral Akşener, Muharrem İnce olaylarında olduğu gibi. Bu kişiler partilerinin içinde azınlıkta kalmışlar ve dışlanmışlardır. Sonuçta ayrılarak kendi partilerini kurmuşlardır.

Çoğunluk, azınlıkta kalan bireyin/toplumun ekonomik, sosyal ve siyasal akıllarına ne gelirse her isteklerinin karşılandığını ifade eder. Halbuki bunlar  her zaman yeterli değildir.  (Ki bu isteklerin karşılandığı tartışmalıdır. Kölelerin de karnı bir şekilde doymaktadır.)  Azınlığın kendini ifade etme gibi sosyolojik  ihtiyaçları da vardır.  İşte baskın ırkın mensupları azınlığın  sosyolojik (geniş tanımlı) istek ve ihtiyaçları söz konusu olduğunda bunları görmezden gelir. Ve yıllar boyunca kuşaktan kuşağa bu ihtiyaçlar aktarılarak birikir. Eğer bu ihtiyaçlar tatmin edici bir şekilde karşılanmazsa  işler bu noktada karışmaya başlar. 

Bülbülü altın kafese koymuşlar, o yine de "ah vatanım" demiş, özdeyişinde olduğu gibi. Burada vatan sosyolojik ihtiyaçlara da karşılık gelmektedir.

Burada sorun baskın ırkın bakış açısında yatmaktadır. Şu söz her şeyi açıklar niteliktedir. 

"Ne istedilerse verdik."

Yani birlikte yaşamanın gereklerini birlikte kararlaştırmak yerine  üstten bir bakışla "vermeyi, lütfetmeyi" öne çıkarırlar. 

Öncelikle bunu kabul etmemiz gerekiyor:

“Ülkemizin dört bir yanına dağılmış, eskiden beri yaşadıkları coğrafyadan daha yoğun olarak  özellikle büyük kentlerde etle tırnak gibi iç içe yaşadığımız KÜRTLERLE BİRLİKTE YAŞAMAYA ADETA MAHKUMUZ. YANİ ONLARI BU COĞRAFYADAN SÖKÜP ATMAMIZ YA DA YOK ETMEMİZ MÜMKÜN DEĞİLDİR.” 

Şimdi birlikte yaşamayı kolaylaştıracak, birlikte refahımızı artıracak, dolayısıyla bir devletin eşit birer yurttaşı olarak  etnik kökenimizin kodlarımıza kazıdığı  dil gibi, kendini ifade etme gibi, kültürel özelliklerini yaşama gibi sosyolojik yaşam gerekliliklerinin azınlıklar tarafından kullanılmasını özellikle baskın ırka mensup bireyler tarafından önerilip hayata geçirilmesi gerekmektedir.

Bu kapsamda Türk milliyetçisi bir partinin genel başkanının çağrısı -altında yatan nedenlerden bağımsız olarak- önemlidir.

Şu bir zulümdür. 

Anasından doğduğunda öğrendiği Kürtçenin yerine Kürtçenin yok sayılarak bir Kürt çocuğunun ilkokulda  doğrudan Türkçe ile öğrenime devam ettirilmeye çalışılması zaten ağalık ve şeyhlik baskısı altında olan bir Kürde  yapılacak en büyük haksızlıktır. 

Bunu  baskın ırk olarak  bizim önlememiz ve buna bir çare üretmemiz gereklidir.

Bugün başta İngilizce olmak üzere bazı dillerin ağırlıklı olarak eğitim müfredatında yer aldığını biliyoruz. Hatta eğitim dili İngilizce  olan üniversitelerimiz var. Azınlık okulları dediğimiz Rum ve Ermeni kilise okullarında da böyle. Resmi Dil Türkçe, eğitim müfredatı Türk okullarına uygun ama kendi dil ve sosyal özelliklerinin de korunarak eğitim verildiği okullarımız var.  Hatta bir vesileyle  PTT'nin 444'lü çağrı merkezini aradığımda verilen yanıtın içinde Arapça da vardı. Çoğu özel ve devlet kurumlarının çağrı merkezlerini aradığımızda İngilizce "Pres nine for English- İngilizce için 9'u tuşlayın"  gibi bir yanıtla  karşılaştığımıza siz de tanıklık etmişsinizdir.

Bütün bunlar göz önünde tutularak Kürt yurttaşlarımızın haksızlığa uğradığı açıktır. Yaklaşık 20 milyon Kürdün yaşadığı ülkemizde  Kürtçenin yok sayılmasını takdirlerinize  sunuyorum.

Ne yapılmalı? 

Kürtlerin yoğun yaşadığı bölgelerde okullarımızda İlkokuldan itibaren Türkçe'nin yanında  isteyenlere Kürtçenin de öğretildiği bir yöntem en azından İstanbul ve Diyarbekir gibi bazı illerde/pilot okullarda uygulamaya sokulmalıdır. Türkçe nasıl bizim dilimizse ve resmi/ortak dil olarak kabul ediyorsak Kürtçeyi de "bizim bir dilimiz olarak" kabul edip, onun yaşatılmasını sağlamalıyız.  Bunu baskın ırk olarak bizim önerip hayata geçirmemiz gerekir.

Arkasından Kürtlerin kendilerini her yerde ve her zaman ifade etmelerini, kültürel varlıklarını yaşamalarını da sağlamamız gerekli ve şarttır.  

Anayasanın   66. maddesinde belirtilen "Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür. Türk babanın veya Türk ananın çocuğu Türktür." Tanımı ülkemizde yaşayan etnik grupları da içine alacak şekilde  değiştirilmelidir  

Örneğin: "Türkiye Cumhuriyeti devleti topraklarında yaşayan ve Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan etnik kökeni ne olursa olsun herkes vatandaşlık hukuku yönünden Türktür." gibi.  

Bu ibare Anayasanın başlangıç metninde daha ayrıntılı bir şekilde düzenlenerek bu insanların etnik kökenlerinin yok sayılmadığı belirtilebilir.   Bunlar yeter mi elbette yetmez. Güneydoğu'da Antep dışında sanayi yok denecek kadar azdır. Bingöl, Muş, Tunceli gibi kentlerde  hiç fabrika yoktur.  İşsizlik diz boyudur. Terör örgütünün adeta insan kaynağıdır. Bu insanlara  iş  sağlayacak ortamlar yaratılmalıdır. Adapazarı'nda Sabancı'nın fabrikasında çalışan bir Kürdün  dağla/terörle ilgisi yoktur.   

Çok önemli bir konuya daha parmak basmak istiyorum. Dış siyaset. Ülkemizi her alanda bağımsız kılacak ekonomik  gelişmişlik düzeyine çıkarmamız ve ABD ve AB gibi ülkelerin himmetine muhtaç bırakmamız gerekiyor. Yani PKK ve ayrılıkçıların bu ülkeler tarafından kullanılmasını engellemek zorundayız.

Daha çok öneriler geliştirilebilir. İnanıyorum ki bunlar hayata geçirildiğinde PKK denilen terör örgütü gittikçe zayıflayacaktır.

Ha... Bütün bunlara rağmen ayrılıkçı örgütler olmaz mı? Olabilir. Ama bunlarla mücadele artık çok kolaylaşacaktır ve bunlar Kürtlerden de taban ve destek bulamayacaktır.

Şunu lütfen unutmayalım.

Yaklaşık 40 yıldır güvenlik politikaları ile yapılan mücadelenin bir işe yaramadığı maalesef bellidir. Bu mücadelede içimizi yakan yaklaşık 9 bin güvenlik görevlisi şehit oldu, 6 bin sivil vatandaşımız hayatını kaybetti bir o kadar yaralanan sakat kalan oldu ama terörün sonu getirilemedi. 

Şu an dahi terör olayları bitmiş değil.  Ayrılıkçı Kürt hareketleri devam etmektedir.

Ve bizim baskın ırk olarak bu soruna acil bir çözüm bulmamız gerekmektedir. 

Benimki çözüm önerilerinden sadece biridir.

Bahçeli’nin çağrısıyla başlayan ve Öcalan’ın çağrısı ile –altında yatan nedenler ne olursa olsun- gelinen nokta önemlidir.

Gelinen noktanın Türkiye’de mevcut otoriter yönetimin iktidarını gelecekte de sürdürme çabalarına kurban edilmemesi önemlidir.

Ancak bu çabaların iktidarın kendi kurduğu bir oyun planı içinde kaybolup gideceği ve yine Kürtlerin de dahil olduğu toplumun daha da otoriterleşecek bir yönetim altında yaşayacağı yönünde yoğun tartışmalar mevcuttur.

Benim de katıldığım bu görüşe göre mevcut iktidar, Kürtlere vereceği “ben havuç olarak değerlendiriyorum” anayasanın 42. Maddesinde yer alan ‘ana dilde eğitim’ ve 66. Maddesinde yer alan ‘vatandaşlık’ tanımının değiştirilmesi karşılığında yönetim yetkisini Kürt milletvekillerinin oyuyla en azından bir dönem daha uzatmayı amaçlamaktadır.

Kürtler dolayısıyla meclisteki Kürt milletvekilleri ana dilde eğitim ve vatandaşlık kavramının değiştirilmesi karşılığında mevcut otoriter yönetimin en azından bir dönem daha iktidarda kalmasına yol verecekler mi?

Geleceğimiz Kürtlerin vereceği bu cevaba bağlıdır. 

Bence Kürtlerin ve toplumun bunu iyice analiz etmesi gerekmektedir.

Otoriter bir rejimin yani yasama, yargı ve yürütmenin tek elde toplandığı, anayasanın tanınmadığı; yargının, iktidarın bir sopası olarak kullanıldığı bir yönetim anlayışı içinde Kürtlerin bu kazanımları nasıl hayat bulacaktır ve garantisi ne olacaktır? Sorusu Kürtlerin olduğu kadar toplumun geniş kesimleri önünde de can yakıcı bir sorun olarak durmaktadır.

Her şeye rağmen gelinen noktada Kürt sorunu TBMM çatısı altında  her partinin içinde mevcut Kürt milletvekillerinin de katılımıyla yukarıda belirttiğim otoriterleşme eğilimlerine karşı uyanık olarak ve karşı çıkılarak çözüm önerileri tartışılmalı ve bulunan çözümler hızla hayata geçirilerek ölümlerin önüne artık geçilmelidir.

Saygılarımla. 01.03.2025

Yakup Pekel

 

  KÜRT MESELESİ: Değerli arkadaşlar, 23 Eylül 2023 tarihinde “milliyetçi muhafazakar” görüşlerinin olduğunu bildiğim bir arkadaşımın “Yı...