Abdulkadir Selvi'nin Yeni Şafak gazetesinde "CIA
Başkanı'nın Gülen teklifi" başlığıyla yayımlanan (1 Mayıs
2014) yazısını okudum.
Selvi, Fehmi Koru’nun “Taha Kıvanç” müstear adı ile yazdığı 4 Eylül
2012 tarihli Star Gazetesi'ndeki köşesinde yayınladığı bir yazıdan yola çıkarak
CIA Başkanı Petraeus’un 2/3 Eylül
2012 tarihinde gerçekleşen Türkiye
ziyaretinde, Başbakanla yapılan bir görüşmede “açıklanmayan bir konuyu” açıkladığını
yazmış. Konunun doğruluğunu da bir kaç kaynaktan teyit etmiş! Selvi’ye göre güya
CIA Başkanı Petraeus, Başbakan’a FG ile aralarındaki ilişkiyi düzenleme
teklifinde bulunuyor ve bunun karşılığında da İsrail’in Mavi Marmara olayı ile
ilgili özür beyanını Başbakan’ın kabul
etmesini istiyor.
Selvi’nin deyimiyle: “Siz İsrail'in özrünü kabul edin, biz de sizin
Cemaat'le ilişkilerinizi düzenleyelim” diye teklifte bulunuyor.
CIA Başkanı Petraeus’un Kuzey Irak’ta, Süleymaniye’de 4 Temmuz 2003
tarihinde askerlerimizin başına ABD askerlerince çuval geçirilmesi sırasında ABD’nin
Kuzey Irak’tan sorumlu komutanı olduğunu hatırlamakta yarar var..
Bu kadar hatırlatmadan sonra asıl konumuza dönecek olursak:
Uzun süre Gülen ile bir değerlendirmede bulunmak istiyordum.
Abdulkadir Selvi’nin yazısı benim için bir fırsat oldu. Selvi
güzel senaryo yazmış.
Ben de bir senaryo yazayım.
Bana göre, Sayın Başbakan'ın FG'le ilişkisinin bozulmasında
Başbakan'ın Suriye konusunda ABD tarafından açığa düşürülmesi olayı yatıyor.
Türkiye Suriye ilişkileri bağlamında Tayyip Erdoğan ile Beşar Esad
arasındaki ilişkilerin birden bire kopması
ayrıca incelenecek ilginç bir yazının konusudur. Ama kısaca değinmekte
yarar var.
2008’de Esad’ın Bodrum ziyareti, 2009’da Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün
Suriye ziyareti ve 11 Ekim 2010’da
Başbakan’ın (son) Suriye ziyaretleri iki ülke arasındaki yakın ilişkiyi
gösteren ziyaretlerdir.
Başbakan 11 Ekim 2010’da Şam’a
yaptığı günübirlik ziyaret sırasında “Türkiye-Suriye
olarak aramızdaki gerek siyasi, gerek ekonomik, ticari, kültürel ilişkilerin
iktidarımız döneminde kazandığı ivme gerçekten her iki ülke yönetimlerini de,
halklarını da olumlu istikamette etkileyen bir süreç. Bunu bundan sonraki
yıllarda da aynı kararlılıkla devam ettireceğiz.” Şeklindeki açıklaması
yazının anlaşılması için akılda tutulmalıdır.
Analizime devam ediyorum.
Arap baharı denilen özgürlük rüzgarının etkisiyle 2011 yılının
baharında Suriye’de muhalif grupların düzenlediği olaylar karşısında Esad’ın bu
olayları şiddetle bastırmaya çalışması, binlerce inanın ölmesine, sakat kalmasına
ve milyonlarca insanın yerinden yurdundan göçmesine neden oldu.
Esad’ın şiddet politikasına karşı uluslararası kamuoyu, başta ABD olmak
üzere Fransa, İngiltere ve Almanya Esad’ı devirip, demokratik bir yönetimi
işbaşına getirmek için muhalefeti destekleme kararı aldı. Burada en büyük
desteği de Türkiye sağladı.
Ancak Birleşmiş Milletlerden doğrudan müdahale yönünde bir kararın
çıkmaması üzerine batının ve Türkiye’nin desteklediği muhalefet bölündü, parçalandı. Deyim
yerindeyse Suriye canavarca mezhep cinayetleri işleyebilecek terörist gruplara
teslim oldu. Bu terörist grupların eylemlerini aynı zamanda kendilerine yönelik
bir tehdit olarak algılayan ABD ve batılı müttefikler, muhalefilere verdiği
desteği çekti. Suriye olayında Türkiye deyim yerindeyse yalnız kaldı. Değerli
yalnızlık tartışmalarını hatırlayalım.
Başbakan’ın Ekim/2010 tarihindeki Şam gezisini yaptığı tarih ile
Suriye’de muhalif hareketlerin başladığı
Mart/2011 tarihi arasında kısa bir süre vardır. Bu arada sayın Başbakan
Esad’ı demokratik adımlar atması yönünde ikna etmek için çabaladıklarını söylüyor. Doğrudur. Ancak ben bunun tartışmasına
girmeyeceğim.
Birbirlerini Bodrum gibi bir tatil beldesinde ailecek ağırlayacak,
hatta Başbakan’ın, çocuklarının düğününe davet etmek için özel uçak gönderecek kadar yakın ilişki içinde olan iki kişi arasındaki münasebetin
(çok öncelerden Esad’ın antidemokratik kimliği de bilinirken) aniden
bozulmasını; birden bire başbakan’ın özgürlük sevdasının depreştiğine bağlamanın
da doğru olmayacağı kanatindeyim. Bu ilişkinin bozulmasında başkaca sebeplerin
olabileceğini tahmin ediyorum. Ancak bu tahminimin hiçbir dayanağı olmadığı
için burda yazmıyorum.
Başbakan’ın Esad’a, -ABD ve batılılar Suriye’ye müdahaleden
çekilmişken- büyük bir öfkeyle saldırmaya devam etmesinde de tahmin ettiğim
sebebin etken olduğunu düşünüyorum.
Toparlayacak olursak ABD’nin, Başbakan’ı Esad’a karşı yalnız
bırakması, onun ABD’ye karşı tavır
almasına, politika değiştirmesine neden olmuştur.
Dikkat edilirse bundan sonra Türk Hükümetinin Şanghay Beşlisi’ne
üyelik girişimleri, Nisan/2013’de işbirliği anlaşması, Eylül/2013’de Çin ile füze
alım ihalesi ve dersaneler dolayısıyla FG
üzerinden ABD’ye vurma girişimleri gündeme geldi. Bunların hepsi ABD’ye karşı
alınan karşı tavrın birer göstergesiydi. Dikkat edilirse Ukrayna konusunda bile Rusya'ya karşı yüksek perdeden bir eleştiri getirilmemesinde ABD'ye karşı bir duruşun devam etmekte olduğu gözlemlenebilir.
Bu tutum, Başbakan’ın özgürlük yolunda savrulmasının nedenleri
arasında bir unsur olarak sayılabilir. Ancak bu, ayrı bir yazının konusudur.
Konumuza geri dönecek olursak:
Başbakan niçin FG üzerinden ABD’ye
tavır aldı. Yazıda cevaplanmaya çalışılan soru budur.
Sorunun cevabını vermeden önce FG'nin ABD istihbaratı için ne kadar
önemli olduğunu hatırlamak yeterli.
FG'ye vurmak, ABD istihbaratına vurmak demektir.
Uluslararası diplomaside devletler birbirlerinin yüzüne gülerken
(Buna diplomatik nezaket deniliyor) arka
planda ulusal çıkarları için dış politikalarını değişik argümanlarla değişik
araçlar üzerinden yürütmektedir.
İşte FG, burada bir dış politika aracı olarak kullanılmıştır. Dershaneler
de bunun bahanesidir.
Başbakan, Suriye olayından sonra açıktan yapamadığı ABD karşıtlığını
bu şekilde yapmış oldu. Ve bu süreç hala devam ediyor.
ABD de ipleri tamamen koparmak yerine başbakan’a karşı FG ile
mücadele yöntemini seçti. FG’nin örgütü ile MİT’e ve hükümete karşı tavır aldı.
Seçimlerde AKP’nin kaşısında muhalefetle işbirliğine bile gitti.
Burada küçük bir parantez açarak (ABD, FG ve AKP'nin çıkarlarının uyuştuğu dönemde) ABD’nin, FG aracılığı ile hükümetle
yaptığı işbirliği sayesinde ABD’den uzaklaşma yönünde görüş beyan eden ordunun
ulusalcı (ne demekse) kanadını da tasfiye ettiğini hatırlatmak isterim. (Bugün
çıkarları çatıştığı için) Sayın Başbakan bizzat kendi ağzından Türk Ordusuna kumpas kurulduğunu ifade edebilmektedir.
Seçimlerden sonra FG üzerinden ABD ile mücadelenin hala devam
ettiğini gözlemliyoruz. İş, FG aleyine örgüt suçundan soruşturma açılarak
ABD’den istenmesine kadar vardı.
Güncel soru şu. ABD, FG’yi iade eder mi?
Yazımda yaptığım analizlerden sonra benim vardığım sonuç şudur.
FG'nin iadesi, tamamen ABD istihbaratınca FG'den yararlanma olayının
değerlendirilmesine ve Türkiye ABD arasındaki ilişkilerin seyrine bağlıdır..
ABD’ye FG'yi iade et demekle iade olayı gerçekleşmez. İade bazı
dengelerin yeniden kurulmasına bağlıdır.
Bu dengeler kurulursa ABD, FG’nin “gözünün yaşına” bakmaz.
Tabi bu arada olan saf FG'cilere
oluyor. Arada çıtır olduklarının farkında değiller.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder