31 Mart 2020 Salı


BİLGİ TOPLUMU MU,
YOKSA
“ BAŞKA BİR ŞEY”  TOPLUMU MU?

ÖZET:
Bu makalede çağımız toplumuna ad olarak sıkça kullanılan "bilgi toplumu" kavramının yanlışlığını, bilgi ve toplumsal yapıyı, ihtiyaçları ve üretim ilişkisini, bu arada "artı değer" kavramını yeniden  değerlendirdim.

GİRİŞ:
Son yıllarda “bilgi toplumu” diye bir kavram çok konuşulur oldu. Nedir bilgi toplumu? Yeni bir şey mi? Yoksa “yeni bir şey” diye mi öne çıkarılıyor ve öyle algılıyoruz.
Evet. Son yıllarda çokça konuşulan bilgi toplumu kavramı “yeni bir şey” diye önümüze konuyor ve öyle bilmemiz isteniyor.
Yani, günümüzde dijitalleşmeyi, internetin hayatımıza girmesini, otomasyonu, sensörlerle bazı eşyaları ve makineleri kontrol edebilmemizi ve bunun gibi birçok şeyi yapabilmeyi beceren toplumlara genel olarak “bilgi toplumu” adı verilmektedir.
Bilgi toplumu kavramı, işaret ettiği toplumun niteliğini tam olarak tarif ediyor mu?
Bunun cevabını toplumda üretim biçiminin değiştiği her dönemeçte bilginin üretim sürecindeki yerini belirleyerek vermek en doğrusu olacaktır, diye düşünüyorum.
Bundan daha önce “bilgi” kelimesinin tanımına bir göz atalım.

BİLGİ NEDİR?
Bilgi insanın yaratılış anından itibaren insanın bilincinde yer eden, insanın bedenine ve dış dünyasına ait her şeydir.
Yani bilgi insanla vardır. Hayvanlarda ve bitkilerde bilginin şimdilik olmadığını varsayıyoruz. Ya da çok sığ bir bilgiye sahiptir demekle yetinelim ve bunun ayrıntılı cevabını bilim adamlarına bırakalım. Biz burada entelektüel düzeyde bir tartışma yapıyoruz. Anlattıklarımız bu yönden değerlendirilmelidir.
Bilinç nedir? Bilinç, bilme eylemidir. Organlarımızla aldığımız her türlü duyuya bilerek tepki verme bilinçtir.
Yaratılışı, ister Adem’in yaratılışına ya da insansı canlının oluşmasından başlatalım. Hangi zaman diliminden başlatırsak başlatalım insan yaratılışından (oluşumundan) itibaren bilinçli bir varlıktır.  İnsanın ilk yaratılışı ve evrimi konusunda bazı teoriler vardır. Biz bilginin kısmen bu teorilerden faydalanarak yaratılıştan (ya da oluşmadan), ama daha iyi anlaşılabilmesi için insanın anne karnına düşmesinden ve doğmasından itibaren insanda nasıl oluştuğunu anlamaya çalışacağız.
Türk Dil Kurumuna göre “bilgi” insan aklının erebileceği olgu, gerçek ve ilkelerin bütünü, bili, malumat olarak tarif edilmiştir.
Ya da öğrenme, araştırma veya gözlem yolu ile elde edilen gerçek, malumat, vukuf;
Ya da insan zekâsının çalışması sonucu ortaya çıkan düşünce ürünü, malumat, vukuf.
Ya da ilk sezi durumunda zihnin kavradığı temel düşünceler.
Ya da kişinin veriye yönelttiği anlam olarak anlamlandırılmıştır.
Yani kısaca bilgi her şeydir. Başka bir deyişle bedende ve insanın dışında yani dış dünyada var olan varlık ve meydana gelen olayların insan beyninde meydana getirdiği değişikliktir.
Beyinde oluşan bu değişiklikler, değişikliği meydana getiren varlık ve olaylar, benzer ve benzemeyen özelliklerine göre beyinde sınıflandırılır ve depolanır. İnsan beyni depoladığı bu bilgilere ölünceye kadar yenilerini eklediği gibi, mevcut bilgileri kendi arasında, ya da yeni edinilen bilgilerle karşılaştırıp yeni yeni bilgiler elde edebilir ve bu bilgiler doğrultusunda karşılaştığı varlık ve olaylarla ilgili yeni değerlendirmeler yapabilir. Neden sonuç ilişkileri kurabilir.  Biz buna beynin muhakeme etme yetisi ya da bilgi üretmesi diyoruz.
Ancak bu aşamada konumuz beynin muhakeme etme yetisinden ve bunun anatomik, hücresel, moleküler ve atomik düzeyde nasıl geliştiğini, işlediğini incelemek değil. Bunu belki ileride moleküler tıp konusu geldiğinde entelektüel düzeyde ele alabiliriz.
Tekrar konumuza dönecek ve toparlayacak olursak bilgi, doğduğumuz andan itibaren hatta bazı bilim adamlarına göre anne karnındayken bile duyu organlarımızla ya da düşünerek edinilen ve insan davranışına yön veren her şeydir. Doğduğumuz andan itibaren milyonlarca ses, koku, görüntü vs ile karşılaşıyoruz ve bunları beynimizde depoluyoruz..  Bu bilgileri, her yaşta ve her olay karşısında yeni bilgilerin ışığında değerlendirmeye tabi tutuyoruz ve bunlarla davranışlarımıza yön veriyoruz. Bu yön verme, bireysel olarak ve toplumda oluşan işbölümüne uygun olarak davranışlarımıza yansımaktadır.
Buradan şuraya varmak istiyorum. Bilgi, insanın varoluşundan bu yana varsa ve insan, gelişimini, -evrimle birlikte- her şekilde edindiği yeni yeni bilgilerlerle sağlıyorsa, bilgi insanlığın her zaman diliminde var olmuştur. Yani avcı toplayıcı, tarım, sanayi ve dijital çağ diye isimlendirdiğimiz insan yaşamının evriminde gerçekleştirdiği her sıçramada, her zaman diliminde bilgi vardır ve insan gelişimine biyolojik evrim kadar katkı sağlamıştır.
O zaman “bilgi toplumu” kavramının “günümüzle” ilişkilendirilmesinin bir anlamı kalmıyor.

BİLGİ VE TOPLUM:
Birden çok insanın bir arada yaşadığı topluluklara kısaca toplum diyebiliriz.  Ancak bu tarif biraz eksiktir. Toplum daha çok içinde yaşayan kişi ve kişi topluluklarının ihtiyaçlarına göre yatay ve dikey iş bölümünü gerçekleştirdikleri insan topluluklarını anlatır.
Dikkat edilirse burada yeni bir kavramlarla karşı karşıya kaldık.  “İşbölümü” ve “İhtiyaç”
İhtiyaç,  insan ve toplumun davranışlarına yön veren ana etmenlerden biridir. İhtiyaçların giderilmesinde bilginin ana unsur olduğunu belirtmemiz gerekiyor. Örneğin avcı ve toplayıcı toplum döneminde beslenme ihtiyacı, av hayvanlarının ve bazı bitkilerin bilgisinin oluşmasını sağlamış ve o toplumu tarım toplumuna taşımıştır.
Bu açıklamalardan sonra yaşadığımız zaman diliminde var olan topluma bilgi toplumu diyebilir miyiz? Bu soruya hem evet hem de hayır diye cevap verebiliriz. Evet deriz çünkü bu zaman diliminde de geçmişten gelen bilgilerin birikimi ve yeni bilgilerin edinilmesi sonucunda toplum yaşamını sürdürmektedir. Hayır deriz. Çünkü bilgi yaşam sürecinin her zaman diliminde vardır ve sadece bu çağa ait değildir.  
İnanlık var oldukça yeni bilgilerin edinilmesi kaçınılmazdır. Bilgi bir süreç içinde devamlı olarak oluşmakta ve beynimizde depo edilmektedir. Bunu “öğrenmenin yaşı yoktur” özdeyişi de bir bakıma anlatmaktadır.

İhtiyaçlar:
Maslow’un ihtiyaçların önceliğini anlatan meşhur piramidini her halde hepimiz biliyoruz.
Maslow’un kuramına göre, insanların motivasyonu dış faktörlerden ziyade kişinin kendi ihtiyaçlara dayanmaktadır. Kişinin ihtiyaçları bir hiyerarşi içinde gruplandırılmaktadır. Yani, kişiye dışarıdan gelen ödül veya ceza gibi faktörler, bu kurama göre motivasyon üzerinde çok etkili değildir.
Maslow ihtiyaçları  5 ana kategoriye ayırmaktadır.
1.    Fizyolojik İhtiyaçlar: Beslenme, sağlık, üreme ve buna benzer temel yaşamsal ihtiyaçlar
2.    Güvenlik İhtiyacı: Dış faktörlerden kaynaklı tehlikelerden korunma
3.    Sosyal İhtiyaçlar: Aidiyet, sevgi, kabul görme, sosyal yaşam vb.
4.    Değer Verilme/Saygınlık İhtiyacı: Statü, başarı, itibar, tanınma
5.    Kendini Gerçekleştirme: Gelişim, bir işi başarıyla tamamlama, yaratıcılık

Dikkat edilirse ihtiyaçların bazıları bireysel, bazıları toplum içinde işbölümü ile giderilebilecek niteliktedir. İhtiyaçlar nasıl giderilecektir.  Elbette bir gıdanın, bir giysinin bir konutun vs. gibi ürünlerin üretilmesi ile giderilecektir.  Avcı toplayıcı toplumda bile üretim bilgi ile gerçekleşmiştir. Bir bitkinin ne zaman nerede yetişeceği, ne zaman olgunlaşacağı, zehirli olup olmadığı, neresinin yararlı olup,  neresinin yararlı olmadığı gibi bir sürü bilgi avcı toplayıcı toplumda var olan bir bilgidir. Bireysel de olsa ihtiyaçların daha kolay ve verimli giderilmesinde bilgi kadar işbölümü de önemlidir. İş bölümünün, üretim ilişkisi kavramını beraberinde getirdiği hemen anlaşılacaktır.

Üretim İlişkisi:
Üretim ilişkisi kavramı ile birlikte işbölümü kavramını da biraz açıklamak gerekiyor. Üretim ilişkisi bireysel bir ilişki olabileceği gibi toplumsal bir ilişki içinde de olabilir. İşte üretimin, toplumsal yapı içinde gerçekleşmesi durumunda işbölümünden söz ederiz.
Örneğin bu durum, bir kişinin yalnız kendi başına ve kendi ihtiyacı için ürettiği mal ve hizmetlerde böyledir. Eğer kişi ürettiklerinin bir kısmını kendi, diğer bir kısmını da başkaları için üretiyorsa o zaman iş bölümü içinde üretim yapıyor denir.
İşbölümü bizim konumuz değil. Biz daha çok üretim ilişkilerine yoğunlaşacağız.
Üretim ilişkilerini açıklamadan daha önce de üretim araçlarından söz etmek gerekiyor. Yani bir şeyi üretmek için gerekli olan şeylerden.
Üretmek için öncelikle bir insan davranışına gereksinim vardır. Örneğin bir taş parçasının üretilmesi için o taşın bir kayadan koparılması gerekmektedir. Bu bir insan davranışı sonucunda oluşmakta ve insan bu eyleminde bir zaman ve bir güç harcamaktadır. İşte insanın bir şey üretirken harcadığı zaman ve güce biz ham emek diyoruz. Eğer bu kişi taşın kayadan kopartılması sırasında daha önceden edindiği bir deneyimi yani bilgiyi de kullanmışsa bu emeğe de biz nitelikli emek diyoruz. Kısaca bir insanın bedensel ve fikren üretime yaptığı bu katkıya emek diyoruz. Emek ile emek gücü arasında farkın olduğunu söyleyen Marks gibi bilim adamları da vardır. Marks, emek gücünü, bir insanın bir bütün olarak fiziki kuvveti ile zihinsel yetilerinin toplamıdır, diye tarif ediyor.  Emek ise bir üretim ilişkisinde bu toplamdan ne kadarını ne kadar sürede harcayacağını anlatır. Yani Emek =Zaman*İşgücü

Artı Değer Kavramı  Yanlış mı?
(İşverenin Konumu ve Üretimdeki Yeri)
Üretim ilişkisi içinde bir emek karşılığı üretilen mal ve hizmetin değeri, kuramsal olarak harcanan emeğin yerine konabilmesi için insanın almak zorunda kaldığı beslenmeden tutun, barınma, eğitim, sağlık, varlığını sürdürme vs. gibi tüm ihtiyaçları için ödeyeceği bedeldir.
Marks’ın artı değer teorisine göre zamanla üretim araçlarını bir şekilde ele geçiren işveren, emeğini satın aldığı kişilere emeklerine karşılık ürettikleri değerlerden daha az bir ücret öder. Üretilen ürünün değeri ile emekçiye ödenen ücret arasındaki farka “artı değer” denmektedir.
Artı değerin klasik tanımında işveren’in üretim sürecine katkısı sıfır olarak değerlendirilmektedir. Bence bu iki yönden yanlıştır.
Birincisi her şeyden önce işverenin üretim sürecinde ortaya koyduğu sermayenin kaynağı da emektir. Bir başka anlatımla işverenin üretim aracı olarak ortaya koyduğu sermaye, bir şekilde (tasarruf ederek, bularak, zorla ele geçirerek vs.) ele geçirdiği emeğin/emeklerin karşılığıdır. Yani işveren de üretim sürecine emeklerden oluşan ve adına sermaye denilen bir üretim aracı koymaktadır. Bunun doğal sonucu olarak da üretilen mal ve hizmetten bu değerin karşılığını alması bir hak olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu hakkın varlığı, oranı, miktarı paylaşım sırasında tartışılabilir. Bu ayrı bir meseledir ve toplumun hukuk düzeni ile doğrudan ilişkilidir. Ben burada sermayenin niteliğini tanımlamaya çalıştım.
İkinci olarak işverenin üretim sürecindeki işlevini de sıfıra indirmektedir. Halbuki işverenin üretim sürecinde bir koroyu idare eden şef gibi işin örgütlenmesinde yaptığı organizasyon da zihinsel bir emek olarak ortaya çıkmaktadır. Ayrıca şunu da belirtelim ki üretilecek ürün bilgisinin ve hammadde temininden ürünün satışına dek üretim sürecinin bütün aşamalarına ait bilginin de işverenin bilgisinde olduğu unutulmamalıdır. İşçinin bilgisi ise üretim sürecinin belli bir yönüne ilişkindir ve sınırlıdır. Bu nedenle bütün ekonomi teorilerinde zihinsel emeğin kol emeğinden daha nitelikli olduğu gerçeği herkes tarafından kabul edilmektedir. Hal böyle olunca işverenin elde edilen üründen işçiye göre daha fazla pay alması hakkaniyet gereğidir. Ayrıca az önce belirtilen işverenin ortaya koyduğu emek niteliğindeki sermayenin serbest piyasa ortamında kaybedilmesi riskini de işveren taşımakta, işçinin bu yönde herhangi bir riski bulunmamaktadır.

“BİLGİ TOPLUMU”  KAVRAMI YERİNE
“DİJİTAL ÇAĞ/DİJİTAL TOPLUM” KAVRAMI
Bilgi toplumu adını verdiğim bu makalede üretim ilişkilerini, işbölümünü, ihtiyaç kavramını, emeği ve artı değere de kısaca değindim. Sonuç olarak bir mal ve hizmetin üretiminde bilginin en ilkel toplumdan itibaren en gelişmiş toplumda dahi var olduğunu, "her zaman diliminde var olan" toplumların kendine özgü bilgi toplumu olduğunu, ancak bu bilginin devamlı üretilen, çoğalan bir niteliğinin olduğunu, içinde yaşadığımız zaman diliminde bu bilginin (marjinal) seviyeye ulaştığını ancak bilginin oluşmasının daha hızlı bir şekilde devam ettiğini ve insanlığın var olduğu sürece kesintisiz ve daha da hızlanarak (ivmelenerek) devam edeceğini söyleyebiliriz. Bir başka deyişle “insan varlığı” sürdükçe bilginin de var olacağı, daha da gelişerek kesintisiz ve sonsuz bir şekilde var olmaya devam edeceğini söyleyebiliriz.
Özet olarak “bilgi toplumu” kavramı çok yerinde bir kavram değildir. Bunun yerine bilginin işlenmesinde, iletilmesinde, muhafazasında kullanılan sayısal teknolojiyi ve teknolojik araçların niteliğine bakarak toplumun çağımızda geldiği noktayı tanımlama daha doğru olacaktır diye düşünüyorum.
Örneğin bilgisayar ortamında bilgi “sayısal” olarak saklanır, sayısal olarak iletilir, sayısal olarak işlenir. Bu nedenle sayısalın karşılığı olarak İngilizce DİJİTAL kelimesinin kullanılması daha uygun olacaktır.
Türk Dil kurumuna göre  dijitalin karşılığı  “sayısal”dır.
Yabancı dillerde de  dijitalin karşılığı  olarak çoğunlukla “sayısal” kelimesi kullanılmaktadır.
Bilgi karşılığı olarak ise data, knowledge, information kelimeleri yeğlenmiştir.
Bilginin ne alama geldiğini ise yukarıda açıklamıştım.
Dolayısıyla bilgi çağı, bilgi toplumu kelimeleri dijital çağ, ya da dijital toplum kavramlarını tam karşılamamaktadır.
Zaten dünyanın çoğu ülkesinde de bilim adamları “dijital” kelimesini kullanmayı yeğlemektedir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

MESERRET MART 2021

     Bu sayıda Özay Gönlüm'ün bilinmeyen yönleriyle yaşam öyküsünü ve kendisiyle özdeşleşmiş Umman Nine'nin mektuplarından birini ok...